BAŞKENTTEN SELAM
PİR-İ TÜRKİSTAN HOCA AHMET YESEVİ -1-
Naçizane üç kez Kardeş Kazakistan Cumhuriyeti’ne giderek, bu ülkenin görülesi her yerini görebilme mutluluğunu elde ettim. Bu seyahatlerimin, 1987 yılında yaptığım ilk ziyarette, o tarihte, Kazak Yazarlar Birliği Başkanı olan Olcas Süleymenov’un konuğu idim. O’nun tahsis ettiği özel otomobil ve mihmandar ile Almatı’dan hareketle, Türkistan kentine gidip, hem yol güzergâhı üzerindeki kentleri görmüş hem de birkaç gün konakladığım kenti ve elbette Ahmet Yesevi Külliyesini gezmiş ve hayli bilgi derlemiştim. A. YESEVİ ile ilgili kitaplarda yer almayan bu bilgileri değerli okurlarımızla paylaşmak isterim.
Ahmet YESEVİ Külliyesi
Büyük bilginimiz Hoca Ahmet Yesevi’nin kabrinin de bulunduğu külliyeyi üç saat süreyle gezip görmüştüm. Bize rehberlik eden Ayagöz adlı kızla birlikte ana binanın üzerine ve minareye de çıkmıştık. Binanın inşaatı 14.yüzyılda Timur’un emriyle başlamış ama bitirilememişti. Timur’un ölümü üzerine, burada çalışan ustalar Semerkand’a götürülmüşlerdi. 16. Asırda Timur’un torunu II. Abdullah Han, inşaatı tamamlamıştı. Minareler ve galeriler de yapılmış; bu nedenle galeriye “Abdullah Han Galerisi” denilmişti. Bunun dışında, uçları dışarıda görülen direkler var ki, bunlar 16. Asırda konulmuştu. 19. Asırda Hokand Hanlığı döneminde de bazı ekler yapılmıştı.
Binanın ön cephesinin hemen karşısında Astronom Uluğ Bey’in kızı Rabia Hatun’un mozolesi vardı. Bu hatun, Kazak Hanı Abdülhayır Han’ın karısı idi. Timur’un torunu Abu Sait Han’ın Semerkand’ı almasına yardımcı olduğu için, yeğeni olan Rabia Hanımı onunla evlendirmişti. Rabia hanım hem çok güzel hem de kültürlü bir kadındı.
Külliyede Kazak hanları Yesim, Ablay ve Tavhi’nin mezarları da bulunuyordu. Cephe kapısı, 14.Yüzyıldan kalma, muhteşem bir yapıydı. Arça ağacından yapılmıştı ve üzerinde altın yaldızla işlemeler ve süslemeler vardı. Üzerindeki yazılardan birisinde; “nadir kapıları Allah korusun…” yazıyordu.
İçerideki bir harita üzerinde Türkistan görünüyordu. Türkistan İpek Yolu üzerinde, kervan yollarının da kesiştiği, Orta Asya’nın ortasında, Otrar (Farab) ovasındaydı. O devirde bu ova, çağın en modern binalarıyla doluydu ve şu deyim, herkesin ağzındaydı: “Otrar’da bir keçi dama çıksa, atlaya atlaya Hiva’ya varır…” 12. Yüzyıla kadar kentin adı “Şavgar”dı… O yüzyılda Yasi (Yesi) olmuş; 16. Asırda da Türkistan’a dönüşmüştü.
Ahmet Yesevi külliyesinin yapımında 80 bin kişi çalışmış; tuğlalar elde taşınmıştı. Türk duygu ve düşüncesinin en büyüğü olan Ahmet Yesevi, Çimkent yakınındaki Sayram kentinde 1103 yılında doğmuştu. Bu kentte babası İbrahim Ata ile anası Karaşaş hanımın heykelleri vardı.
Otrar’daki Aslan baba, onun ilk şeyhi idi. Arapça ve Farça’yı ondan öğrenmişti. Sonra Buhara’ya giderek Yusuf Hamedan’ın dervişi olmuştu. 1142’de Yesi’ye dönmüş ve ders vermeye başlamıştı. 63 yaşına gelince (ki bu yaş için Peygamber yaşı deniliyordu) karısı ve hizmetkârlarıyla birlikte halvete girmiş ve ölünceye kadar orada kalmıştı. Ne yazık ki ölüm tarihi bilinmiyordu.
Halvet, yer altındaki 44 odadan oluşuyordu. Orada bizim hamamlara benzeyen bir de hamam bulunuyordu. Alma Ata’da inşa edilen Horasan Hamamı’nın projesinin buradan esinlenilerek çizildiği söyleniyordu.
Külliyede 35 salon vardı. Cepheden girişteki en geniş salonun adı “Kazandık” idi. Bu salondaki muhteşem tas (Konya Mevlâna müzesindeki tasa benziyordu) 1934 yılında Petersburg’a götürülmüştü. Daha sonra Komünist Sovyet yönetimin ısrarlı talepleri olmuş ise de Ermitaj müzesi sorumluları; “Ermitaj’a giren bir daha çıkmaz” demişlerdi!.. O tas 7 metalin karışımından yapılmıştı ve gerçekten muhteşemdi. Tas 1393 tarihinde Tebriz’de, Abdülaziz adlı bir usta tarafından yapılmış; üzerine de ayetler işlenmişti. 3000 Litre kapasiteli tasın ağırlığı 2 Ton, çapı 242 Cm., yüksekliği ise 162 Cm. idi. Kazandık salonunun alanı 330 metre kare idi. Salonun üzerinde bulunan 52 bölmeli kubbenin çapı 18,2 metre, yüksekliği, içeriden 39, dışarıdan 41 metre, duvarların kalınlığı ise 3-5 metre idi. Yatak salonu üstündeki kubbe de tıpkı Konya Mevlâna Müzesi’ndeki gibiydi. Temeli olmayan bina 50-60 Cm. kadar çökmüştü. Allah’tan, Türkistan deprem bölgesi değildi.
Ahmet Yesevi Külliyesi’nin restorasyonu 1928 yılında başlamıştı ve işin mimarı Baçinski adlı bir Rus’tu. Savaş nedeniyle restore işine ara verilmiş, sonra tekrar başlatılmıştı. Aşhane, yani mutfak kısmında haçlı üç kubbe vardı. Peki, burada istavrozun ne işi vardı? Ya binanın dış duvarlarındaki gamalı haçlar?.. Hitler, yüzyıllar sonra bu haçları niye kendine amblem olarak seçmişti, acaba?.. Haçın temel çıkış noktası Hindistan’mıydı?.. Acaba bu semboller, 12.Yüzyılda buraya gelmiş olan Hintlilerden mi alınmıştı?..
Aşhanede Perşembe-Cuma gecesi “Halim Lapası” pişiriliyordu. Buğday ve koyun etiyle yapılan bu yemek, acaba bildiğimiz keşkek mi idi?.. Bu yemek, Cuma namazından sonra astav (tekne) ile caminin önüne götürülüp, yoksullara dağıtılıyordu. Binadaki salonların hepsi birbirleriyle simetrikti. Her salonun mimari özellikleri vardı.
Bir salonda Jolbaris Han’ın mezarı vardı. Mezarın üzerinde yüzlerce yıllık arhav keçisi (yaban keçisi) kelleleri vardı. Avcı olan bu han, 18. Yüzyılda yaşamıştı. Kütüphane salonunda, eski Kazak alfabeleri bulunuyordu. En eski yazı piktokrativ harfleriyle yazılmış olup, 20 bin yıl önceye aitti. M.Ö. 1. Asırdan 9. Asra kadar Runik alfabesi kullanılmış idi ki, bu ilk Türk alfabesiydi. 9. Asırdan sonra ise Arap alfabesi egemen olmuştu. Bilindiği gibi Kazaklar 1929’da lâtin alfabesini almışlar; 1940 yılında ise, Rus-Kiril alfabesi zorla dayatılmıştı. Yörede Arapça’nın yayılmasında Farabi önemli rol oynamıştı. Bilindiği gibi bilim adamları Farabi’yi Aristo ile beraber dünyanın en büyük bilgini kabul ediyorlardı. Bu kütüphanede eski Kur’an-ı Kerim’ler, Ahmet Yesevi’nin “Hikmet”i de vardı. Külliyedeki küçük mescit, o tarihte ibadete açıktı. Otantik Jeynamaz (seccadeler), şamdanlar, mihrap, mimber bulunuyordu. Binanın dışında da cemaat çok olunca namaz kılınan “İlyas Han Mihrabı” vardı.
Ve “Yatak Odası…” Ahmet Yesevi, 12. Asırda ölümünden sonra buraya defnedilmişti. 14. Asırda nefrit taşından bir mezar taşı konulmuştu. Bu taş Timur’un emriyle Hindistan’da yapılmıştı. Buradaki şamdanlardan birisi Petersburg’a, birisi de Paris’e götürülmüştü. İhtiyar Kazaklar, bina içerisindeki her şeye el-yüz sürüyorlardı. Mezar taşının bulunduğu salona sokmuyorlardı ama ben özel izinle girip, bir de fotoğraf çekmiştim. Bu kısmın işlemeli kapısını 14. Asırda Sefer usta yapmıştı. Kapının önünde Timur’un 8 Metre uzunluğunda, sadece bronz olan ucu 6 Kg. olan bayrağı dayalıydı. Hanların yakınlarının mezar taşları, konuyla ilgili resimler, askeri giysiler, silahlar, 18. Yüzyıldan kalan 18 Kg’lık zırhlı gömlek, burada sergileniyorlardı.
Bir de küçük Aksaray vardı. Aksaray Timur’un Özbekistan’ın Şehrisebz kentindeki karargâhının adıydı. Timur, yaptırdığı inşaatların hiç birisine, ustaların isimlerinin yazılmasına izin vermiyordu. Ama yatak odasının kubbesindeki bir seramik, Abdül Vahap El Şirazi adlı ustanındı ve bu usta yasağı delerek gizlice imzasını atmayı başarmıştı. Külliyede bir de “Kuyuhane” vardı ki; burada 14. Yüzyılda kazılan bir kuyu bulunuyordu. Burası 13-14 metre derinlikte bir kuyu idi. 12. Asırdan kalan bir pik kazan, Halvette bulunmuştu. Ayrıca bronz, gümüş ibrikler, bir kungan semaveri ve bakır bir su tası da oradaydı. Arka tarafta kazılarla ortaya çıkarılan “Çillehane” restore ediliyordu.
1864 Yılında, Rus General Çernev, bu kutsal binayı topa tutmuş, duvarlardan birini yıkmıştı! İşin vehametini anlayınca, Çar’dan aldığı tahsisatla, gerekli onarımı yaptırmıştı.
Külliye bünyesinde bir de Arkeoloji Müzesi oluşturulmuştu. 1982’de faaliyete geçen müzede daha çok etnografik malzemeler vardı. Örneğin Sayram kenti camiinden getirilen işlemeli kapılar, direkler vb. Tarihi Gevher Ana Türbesi de Türkistan’da ve Komünist adlı sovhozun sınırları içindeydi. Anılan müzede Gülayşe, Ayagöz ve Alma adlı üç kız görevliydi. Bunlar benden, not defterlerini imzalamamı istemişlerdi. Müzede 42 kişi çalışıyordu ve aralarında bilim adamları da vardı. Ne yazık ki, o günkü yönetim bu kutsal mekânı ateizm propagandasının merkezi yapmıştı!.. Yeni evli çiftler, düğün alayı ile birlikte mutlaka külliyeyi ziyaret ediyorlardı ama bu bilinçsiz bir ziyaretti. Yani bir dua okumadan çekip gidiyorlardı. Külliye dışında hediyelik eşya satılan bir yurt vardı. Burada Seyit Ekber Şahmirzaoğlu adlı bir şahıs yüzük yapıp satıyordu ve bana da bir tane vermişti.