Saraç Duran’ı Çağlalar Çiçekleri İle uğurladı
1970’li yılların başları, mevsim yaz aylardan Temmuz... Domates mevsiminin tam ortası...
Bütün ova domatesle uğraşıyor... Büyük ümitlerle bu yıl domates para edecek diye…
Bu yılların değişmeyen içinde sadece ümitler olan bir manzara…
Önce ümit, sonra hüsran ve değişmeyen bölge talihi…
Işıklı’da mezarlığın orada, meydanda, kahvede insanlar oturuyor. İkindi çayını gölgede içerken,
içlerinden biri Çanakkale’nin domatesi çıkmış fiyatlar düşer diyor…
Öbürü biz de şans mı var diye başlıyor bir muhabbet…
Diğer bir köylü yapacak mısın Saraç gibi yapacaksın diyor... İki üç badem ağacı var biraz çağladan birazda kaysı ağacı var. Hem çağla hem kaysıdan da alıyor geçinip gidiyor diyor. Şimdi taşların içine, Kapız’a (evinin arkası derenin boğazı) nere bulursa badem ağacı ekiyormuş...
Öbürü: Eski köye yeni adet mi getiriyor bu Saraç; Bu kadar çağlayı, bademi nere satacak? Yıllardır biz domatesten bir şey kazanamadık, o bademden mi kazanacak? Kazansak biz kazanırdık… Domatesten zengin olan var mı? Diyor diğerleri çaylarını yudumlarken... Bu saraç garip adam, kahveye de pek çıkmıyor, tarlanın, tezeğin içinde hiç mi insan içine çıkılmaz diyor...
Diğer biri bu Saraç akıllı olsa adam olurdu derken, öbürü Kapız’a zeytin ektiğini, taşlardan tarlayı
temizlediğini, anlatıyor…
Alışkanlıklarımızın değişime direncine Saraç Duran, dedem hep hayatla bütünleşerek, onunla işbirliği yaparak farklı bir bakış açısı gerçekleştirdi.
O gün Cenaze evine gelen Alioko Dayı, dedemin de yakın arkadaşı;
O bu memlekete çağlayı bir kazanç aracı olarak getirmeseydi, bugün Işıklı, Yeşilovacık, Hırmanlı, Akdere hatta Silifke’nin birçok mahallesinde bu kadar çok badem ağacı olmazdı diyor.
Evet, tam da bu günler her taraf bembeyaz çağla çiçekleri ile donanmıştı her yer.
1914’te birinci dünya Savaşı ile Dünya’ya gelen dedem İkinci dünya savaşını görmüş üçüncü dünya savaşının ayak seslerinin dünyayı kaplamaya başladığı günlerde hayata gözlerini yumdu.
Saraç Duran, babası da Saraç olan bir insandı. Bölgemizde birçok usta yetiştirmiş ustaların ustasıydı.
Çocukken onun yanında deriyi ayakkabıya, çizmeye, Eğer’e dönüştürürken ilgi ile izlerdim.
Aklımın ermeye başladığı 1970’li yılların başlarında dedemi körüklü çizmeleri ile üzengi üzerinde, bir elinde atın gemi ve yuları diğer eli ile meydanda oturan dostlarına selam verirken muhteşem atıyla Ovacık köyüne girişini hatırlıyorum.
Başında kasket, hiç çıkarmadığı ceketi bir o kadar temiz ve uyumlu giyimi ile çevresinde olumlu bir etki bırakırdı.
Eğeri genelde Osmanlı deseni ile işler, tarihe dair eğer üstüne notlar düşerdi.
O eğer yaparken tığı kullanışı, ipleri mumyalayarak sağlamlaştırıp kaygan hale getirirken işine odaklanışı benim bilinç altıma aynı zamanda çalışkanlığın görsel resimleri olarak nakşediliyordu.
O bahçenin tımarı zamanında dev taşları sökerken kullandığı manivela kalasları ortaokul lise yıllarında fen derslerimde kuvvet konularını kavrayışımda çok önemli örnekler oluşturdu.
Bir keresinde kocaman taşı söküyordu. Manivela kalasını koymuş, desteği de yerine oturtup taşın altına kalası sokmuş, kalasın diğer ucuna da beni oturtmuştu. Ben oturunca taş yerinden oynadı.
Ben o zaman iyi bir manivela taşı ile yerinden oynatılmayacak ağırlık olmayacağı bilincini öğrenmeye başlamıştım.
İmarcı, tımarcı ve iyi öğretici usta bir insandı.
Sanki iletişiminde kuşak farkı gözetmezdi.
1920 doğumlu insanlara da 2010 doğumlu gençlere de söyleyeceği çok şey vardı. İyi bir iletişim uzmanı, yerel bir filozoftu.
Okumanın zor, çocuk okutmanın imkânsızlık içinde olduğu 1950’li yıllarda çocuklarını okutmuş. Okumak isteyen çocuklarını üniversiteye kadar da okumaları için çabalamış bir insandı.
Bütün Torunları ve torunlarının çocukları da güzel üniversitelerde okudular okuyorlar.
Hepimizin de ruhunda, yaşamında dedemin bizlere aşıladığı insana, insanlığa ve yaşama bir katkı yapma arzusu var. Bunu hep sorguladım gerçekten bize Saraç dedem bir deniz feneri gibi olmuş.
Çalışmayan insan ölür demişti bir keresinde bana…
Toprakla uğraşan torunları ve çocukları ile ayrı ilgilenirdi. Kozaklı’daki bahçemi, Uşakpınar’a ekmiş olduğum kirazı merak eder, toprakla ilgilendiğim için çok sevinirdi.
Eski bir at binicisi olarak hepimizin hatta çocuklarımızın atlarla ilgilenmesini isterdi. At alacak olursak da ona sormamız gerektiğini söylerdi.
Aynı zamanda eski bir cirit sporcusu olan dedem bizlerin bir gün muhakkak atla ilgilenmemizi isterdi.
Belki de onu at üstünde en çok gören torunu olarak at üzerindeki heybeti, milletimin tarihi ile temel bağını da kuran önemli bir bağlantı gibiydi… Tarihimizi okurken at üzerinde savaşları izlerken aklımda, yanı başımda benim kahramanım olarak o hep vardı, var olacak...