İlkeli Güçler
Yaratılışla beraber var olma gayreti de yaşamımızın bir parçası olmuştur.
Var olma, yaşamını idame etme ve dıştan gelen, yani kendine zarar verecek güce karşı kendini savunma gayreti…
Benzer koşullarda yaşayan önce aile sonra ailelerden oluşan birey ilkel manada da olsa da dayanışarak, kendilerini savunma için kurallar koymaya başlamıştır.
Bu sadece insanlara mahsus bir davranış da değil yaratılışın gereği bütün varlıkların davranışıdır.
Hayvanlar âlemi de dış dünyaya karşı savunma güdüsü ile birlikte hareket etme davranışı sergilerler.
Kurtların sürülere saldırı teknikleri ile köpeklerin sürüyü koruma teknikleri de yaratılışın oluşturduğu var olma ilkelerini içerir.
Filler, kuşlar, aslanlar hatta bitkilerin de kendine özgü savunma davranış biçimleri vardır.
Örümcek bile yaşamda var olma şekli bir sanat ile örmüş oldukları ağları (yaşam becerileri) belirli kurallara bağlı yaşam mücadelesini oluşturmuştur.
Yani yaratılmış olan her varlık yaşamı idame ettirme ve var olma mücadelesi için belirli kurallar içinde yaşarlar, yeni kurallar geliştirirler.
Yüksek Hızlı Treni’nin ilk Ankara Konya Seferini yaptığı yıllar trenler bazı zamanlar kıp kırmızı kana bulanmış gelirlerdi. Buna ben de şahit oldum. Kuş sürülerinin geçtiği yerlerde tren sürülere çarpıyormuş.
TCDD yetkilileri bunu araştırmışlar ve bu Yüksek Hızlı Tren kullanan Japonlara sormuşlar:
Siz böyle bir durum yaşadınız mı?
Yaşadık.
Nasıl çözdünüz?
Uğraşmayın, biz de sizin gibi başlangıçta çok uğraştık. Sonra kuşlar yeni uçuş rotalarını oluşturdular biz de onlar da rahat ettik demişler.
Bizimkiler de birkaç yıl içinde düzelmişti.
Göremediğimiz bazı kabiliyetleri ile oluşturdukları yaşam biçimini, yeni kuralları ile paylaşmamızı sağladılar.
Canlıların adaptasyon kabiliyetleri yaratılış gereği bir şekilde işliyor. Yaşam bir şekilde paylaşılıyor.
Güçlü olan tabi ki ana kuralı ve ilkeleri koyuyor.
İnsanlar bilinç düzeyi geliştikçe mücadele ettikleri hemcinsleri veya diğer varlıklarla aralarına bazı ilkesel sınırlar koymuşlar.
Yani kendi güvenli alanlarını oluşturmuşlar.
Sonra daha da geliştikçe özellikle insanlar arasındaki ilişkileri belli bir düzenle ilkeleştirmişler.
Bunlar gelenek, ahlak kuralları, inançlarla yazılı metinlere dökülmüş.
Öyle ki; “Bir insanın özgürlüğü başka birinin özgürlüğünün başladığı yerde biter” medeni seviyesine kadar gelmişiz. Hat da başka canlıların da yaşam haklarını savunan modern toplumlar olmuşuz.
Hatta anayasalar, kanunlar yapmışız. Dünya düzeni için kararlar almış adalet divanları kurmuşuz.
Başkalarının da özgürlüğünün değerli olduğu gerçeğini kendi irademizle kabul etmişiz yani. Ama gerçek hiç de öyle olmamış.
Tarihi yenenler ve güçlüler yazdığı gibi kuralları da güçlülerin yazdığından; güç odakları kendini koruyacağız derken insanlığa dair koyulmuş bütün değerleri de görmezden gelmişler.
Öyle ki önce ben yaşayacağım sonra başkası ana fikrinde bir dünya düzeni oluşmuş.
Aslında birlikte yaşamak, paylaşmak, adil olmak yani insanlığa dair bütün meziyetleri tecelli ettirecek bir düzenin ilklerini oluşturmak ne kadar uygarca bir davranış. Medeni toplumların kendi iradeleri ile koydukları ilkelerle kurumsallaşmaları muhteşem değil mi; daha doğrusu kulağa hoş geliyor.
Ülkeyi ve dünyayı yönetenler bizzat kendilerinin koydukları ilkelerle yönetiliyor ve yönetiyor inancı ne kadar rahatlatıcı değil mi?
Gel gör ki durum hiç öyle değil.
Güçlülerin koyduğu kurallar sadece onların yaşamlarını güvence altına aldığı oranda ilke oluyor. Bu ilkeler kendileri tarafından ihlal edilince bir yaptırım olmuyor ama başkaları tarafından yapılınca yaptırım uygulanıyor.
Açıkçası kuralları koyma gücüne eriştiğin oranda ilahlaşıyorsun, ilahlar güçlendikçe sanki günahsızlaşıyor!
Günümüz dünyasına bakın;
Dünyanın en gelişmiş, en uygar güçlere sahip devletleri kendi güçlerini teminat altına almak, vahşi emellerini gerçekleştirmek için insanı ve insanlığı ateşe atıyorlar.
Vahşi bir devletin vaat edilmiş uyduruk hayallerini gerçekleştirmek için insanlığı ateşe atıyorlar.
Onlarla ilişkili ya da onların kurallarına uygun yaşayan devletler de onların payandası haline geldi.
Artık güç gücünü ilkelerden alamayacak bir hale geldi.
İnançları temsil eden devlet ve yöneticileri inançların gücünün de katledilmesine seyirciler.
Şu an dünya genelinde hiçbir kural ilke ayakta değil.
Bu da gösteriyor ki kurallar yeniden yazılıp düzen yeniden kuruluncaya kadar bu bozulma, laçkalık devam edecek.
Niyet halis olmayınca paylaşıma dair yeni kurallarda işleme alınamıyor.
Yüksek Hızlı Treninin yolarını bozması ile kendisine yeniden uçuş yolu bulup hayatını devam ettiren kuşlar kadar bile yaşam kuralı koyacak kadar insani değerimiz kalmamış.
Belki de bundan sonra vicdanı temsil eden, ilkeleri yaşam biçimi haline getiren toplumlar önümüzdeki dönemin lokomotifi olacak.
Bu da bana göre bizim milletimiz ve devletimiz olabilir.
O gelişmiş ve uygar devletler ve sakinlerinin hiçbir iradesi kalmamış. İlkeleri savunacak takatten yoksunlar.
Sadece güçlerine güveniyorlar.
İkinci dünya savaşında güçlerine güvenerek kurdukları düzen yıkılırken yine daha güçlü olacakları bir düzeni hayal ediyorlar.
Ama maalesef ikinci dünya savaşı sonrası hiçbir varlık onların açlığını dindiremedi.
İnsanlık hiç bu kadar ayaklar altına alınmadı.
Keşke güç arttıkça ilkeler de güçlenseydi. Adalet ve vicdan baş tacı olsaydı.
Maalesef vahşi kapitalizmin çarkları salyası akan daha çok güçler üretmekten başka sonuç doğurmadı.
Savaş gelmeye gelecek de biz yeni kurulacak düzenin nasıl insani olacağı üzerinde düşünmeye başlayalım.
Niyet, dua, amel, proje her nasılsa irademizi o yönde kullanalım ki güç ilkelerden beslensin.
Kaynağı ilkeler olamayan bir düzen insani olamaz.
Ne dünya, ne devlet, ne şirket aile bile yönetilemez…