HATAY’A AĞIT
“Şu karşıki dağda kar var, duman yok!
Benim sevdiceğimde din var, iman yok!
Vardım baktım nazlı yârim evde yok!
Ver benim sazım efendim, ben gider oldum
Süremedim lavantayı konsola koydum”
Adana’yı geçtikten sonra başı karlı Amanoslar uzaktan bizi selamladığında aklıma çok sevdiğim bu Hatay türküsü geliverdi. Eskiden olsa hemen coşkuyla söylemeye başlardım ama yol arkadaşlarım Manisalı Özkan Atay ve Hataylı Mustafa Delibekir’e duyurmadan sadece içimden mırıldanabildim. Çünkü yüzyılın felaketi olan depremden iki gün sonra Hatay’a yardım malzemesi götürüyorduk. Milletçe acılıydık, yüreğimiz yanıyor, gözlerimiz kanıyordu.
8 Şubat Çarşamba günü öğle vakti ani bir karar alarak, yardım taşıyan bir pikapla Taşucu’ndan Hatay’a doğru yola çıktığımızda bizi bekleyen dehşetin farkında değildik. Çünkü televizyonlar ve internet sitelerindeki haberlerden ancak “şehirlerde kısmî yıkımlar var” algısı oluşuyordu.
Adana çıkışında petrol istasyonlarındaki yoğunluk bizi yavaş yavaş deprem gerçeğiyle tanıştırmaya başladı. Girdiğimiz ilk tesisin istasyonunda mazot kalmamıştı. Burada karnımızı doyurduk. Hesabımız ödenirken kasadaki sakallı amcamızın üç kişilik bir sağlık ekibinden yemek parası almadığını memnuniyetle gördük. Amasya plakalı bir ambulansta iki erkek, bir kadından oluşan bu ekiple tanışıp sohbet edince depremin ilk günü gönüllü olarak buraya geldiklerini öğrendim. Ayaklarının tozuyla bir depremzedeyi Mersine nakleden bu güzel insanlar şimdi yeniden Hatay’a dönüyorlardı.
İkinci istasyonda ise büyük bir izdiham vardı. Deprem bölgesinde bulamayacağımızdan yolculuğumuz için en önemli işi yapıp yakıt deposunu doldurduk. Burada, yakıt fişleri olmasına rağmen ambulans, jandarma, polis arabası gibi resmi araçlardan peşin para istenmesi ise bizi üzen bir konuydu.
Akşamüstü İskenderun’a vardığımızda halen yanan limanın görüntüsü, bizi karşılaşacağımız manzaraya alıştırıyor gibiydi. 624 metre yüksekliğindeki Belen Yaylasına tırmandığımızda ise sağlı sollu yıkımlarla karşılaşmaya başladık. Kayalık zemindeki yaylada bile bu kadar yıkım oluyorsa Hatay kim bilir ne haldeydi?
Gidiş yolu üç sıra halinde resmi ve sivil yardım ekipleriyle, depremzede yakınlarıyla, karşıdan gelen üç şerit ise cenaze araçları, ambulanslar ve şehri terk edenlerle doluydu.
Konvoy halinde ağır ağır giderek saat 22 civarında Antakya’ya girdiğimizde eski bir siyasetçinin deyimiyle “durum fevkalâde vahim”di. Yıkılmadık bina yok gibiydi. Ayakta kalanlar ise oturulamayacak durumdaydı. Yani Antakya merkez adeta haritadan silinmişti. “Medeniyetler beşiği” dakikalarca beşik gibi sallanarak enkaza dönüşmüştü.
Yolun iki tarafında ateş yakıp ısınmaya çalışan depremzede kardeşlerimize ihtiyaçlarını sorup dağıta dağıta merkeze vardık. Köprübaşındaki tarihi parkta bizi bekleyen insanlara yardımın kalan kısmını teslim ettikten sonra dönüş hazırlıklarına başladık. Geceyi burada geçirip yardım/kurtarma çalışmalarına katılmak, şehrin uğradığı büyük yıkımı gündüz gözüyle de görüp iyice zihinlerimize nakşetmek istiyorduk. Ancak yol arkadaşımız Mustafa’nın Edirne’deki ablası aracılığıyla ulaştığı zor durumdaki iki aile aç, susuz, üşümüş vaziyette bizden medet bekliyor, kendilerini şehir dışına çıkarmamızı umuyorlardı. İlk olarak Adana’ya gitmek isteyen bir anne ve iki delikanlı oğlunu pikaba bindirdik. Ardından Samandağ’a geçerek Mersin’e varmak isteyen kanser hastası bir ablamız ile torununu aldık. Beş kişilik araçta sekiz kişiydik ama gönüllerimiz genişti. Pikaba doldurabildiğimiz kadar yeni bot, kaban, kazak, battaniye gibi ürünlerle çeşitli gıda maddelerini ve nakdî yardımları Antakya’ya götürüp dağıtmıştık ama gezimizin en zirve noktası dönüşte sokakta kalmış bu mağdur aileleri oradan kurtarıp yakınlarına ulaşmalarına vesile olmaktı.
Son misafirlerimizi de Mersin Kazanlı’ya bıraktıktan sonra dönüş yolunda istesek aslında neler yapabileceğimizi, ne kadar cana dokunabileceğimizi düşündüm. Özünde fedakâr, merhametli bir millettik ama ihtiyaç sahiplerine yardım için illa böyle felâketler mi yaşanması lâzımdı?
“Ver benim sazım efendim ben gider oldum
Süremedim lavantayı konsola koydum”
Yazımın girişinde bahsettiğim Hatay türküsünün bu nakaratını her dinlediğimde, lavantası ve konsolu aklına bile gelmeden “ben gider oldum” diyerek perişan halde yollara düşmüş insanlar aklıma gelecek artık!
Seni böyle mi bulacaktık ey Hatay! Yıkıldı tarihin, yok oldu insanların, silindi hatıraların, vay ki ne vay!