KARAKALPAKİSTAN CUMHURİYETİ -4-
KADİM URGENÇ
Öncelikle ve özellikle, Kadim Urgenç’i görmeyi çok arzu ediyordum. Karakalpak dostlarım lütfedip bir gün beni bu tarihî mekâna götürmüşlerdi. Hemen belirtmeliyim ki şunca yıl içerisinde pek çok ülkeyi gezip görmüştüm ama itiraf etmeliyim ki beni, Eski Urgenç kadar etkileyen bir başka yurt yoktu!.. Urgenç’in toprağı da havası da bir başkaydı. Toprak üzerinde çok sayıda mezar bulunuyordu. Burada tam 360 evliya mezarı olduğunu söylediklerinde, iliklerime kadar ürpermiştim! Mezarların birçoğu anıt mezardı. Kimi restore edilmiş, kimi restore edilmeyi bekliyordu. Yıkılmış olan birçok camiden geriye sadece bir minare kalmıştı ki bu muhteşem bir minareydi… Bir de kervansaray kapısı, görülesi tarih hazinesiydi. Törebek Hanım Makberesi’nden başlayarak, Urgenç topraklarını adımlamaya başlamıştık. Toprak, beni şaşırtacak derecede garipti! Cengiz Han Ceyhun’un yatağını değiştirip Urgenç’i sular altında mı bırakmıştı? Sanki suların izleri hâlâ duruyor gibiydi!.. Törebek Hanım’ın mezarı ortada yoktu. Makberenin az bir kısmı restore edilmişti. Esasen yöredeki mezarların hepsi açılmış, sonra üzerleri ağaçlarla falan örtülmüştü. Bunu yapan mezar hırsızları mıydı? Yoksa gömü peşindeki ruh hastaları mı?.. Makberenin kubbesindeki çiniler, Türk çini sanatının muhteşem örnekleriydi. Başımı kaldırıp kubbenin tavanına bakınca, birkaç güvercinin uçuverdiklerini görmüştüm. Acaba o güvercinler, Eski Urgenç’in bekçileri miydi?.. Bu güvercinler geceleri, evliyalarla konuşuyor muydu?.. Ne mübarek kuşlardı, bunlar…
Gözlerim, uzayıp giden mezarlara takılıp kalmıştı. Serin bir rüzgâr yüzümü yalarken ürperiyordum. Zira burada yel bir başka esiyordu! Sanki yüzyılların ötesinden bir şeyler fısıldar gibiydi. Yoksa bu mezarlarda yatan insanlar, Fatiha mı istiyorlardı?.. Gönlümün ve yüreğimin tüm içtenliğiyle burada yatan tüm insanlar için Fatihalar ve bildiğim bütün duaları okumuştum.
Sonra Kutluk Temur Minaresinin önünü, etrafını dolaşmıştım. 100 metre yükseklikteki bu minare de yıkıldı, yıkılacak gibiydi. Oysa asırlara meydan okurcasına dimdik ayaktaydı. Hatta Cengiz Han’ın zalim askerleri yıkmak isteyip de yıkamamışlar mı idi!..
12-13. yüzyıldan kalan Sultan Tekeşa anıt mezarı… Kimdi bu Tekeşa? Urgenç’teki iki kitapçıda, bu soruya yanıt bulabileceğim bir yayın yoktu. Oradaki insanlar da sadece adını biliyorlardı ama hayatı hakkında bir bilgiye sahip değildiler. Sonra El-Arslan (Fahrettin Razi)’ın makberesini ziyaret etmiştik. 12. yüzyıldan kalma bir yapıydı. Fotoğraf çekerken, oradan geçen bir eşek arabasını durdurup araba üzerinde oturmakta olan 80 yaşındaki Rahim Tacımuradoğlu ile bir süre sohbet etmiştim. O arada Özbek kocası, Fahrettin Razi’nin ruhuna bir Fatiha yolluyor, biz de ellerimizi açıp “amin” diyorduk. Arabayı, kocanın torunu Maksut Rahimov kullanıyordu. Sohbet esnasında, bana refakat eden Şerif Halmuradov’a, “ Kim bu adam yahu, hangi halktan?” diye sormuş; “Türk” dediklerinde de; “İşitmiştim, Türkler yahşı adamlarmış?” demişti. İkinci Dünya Savaşı’na asker olarak iştirak eden koca ile torunu, eşek arabasıyla yanımızdan ayrılırlarken uzun süre arkalarından bakakalmıştım. Uzun süre bakışları ve gözleri gözümün önünden gitmeyen o Özbek kocası kimdi?.. Yoksa?.. Galiba saçmalıyordum…
Ünlü halk hikâyesi kahramanları Garip ile Şahsenem, Urgenç’te yaşamışlardı… Burada bir de Sarıkamış adlı köy vardı. Buradaki gölde çok miktarda balık varmış ama kimyevi maddelerle balıklar zehirlenip ölmüşler ve bu nedenle balık tutmayı da yasaklamışlardı. Ama Tacımuradoğlu; “Satıyorlar, biz de alıp yiyoruz.” demişti.
Eski Urgenç’te gördüğüm yapılardan birisi de Kervansaray kapısıydı. 14. yüzyılda inşaa edilmiş olan kervansaraydan sadece o kapı ayakta kalmış; diğer bölümler ise toprak altına gömülmüştü. Esasen tüm Urgenç toprak altındaydı. Burada esaslı kazı çalışmaları yapılmalıydı ama bunu kim yapacaktı? Burası Türkmenistan Cumhuriyeti’ne aitti ama yaşayanların çoğunluğu Özbek’ti.
Urgenç son derece ilginç, kadim bir kentti. Burada çok yönlü araştırmalar, incelemeler yapılmalıydı. Burada anlatılan hikâyeler, efsaneler derlenmeli, belgelenmeliydi…
Toprak altındaki Merv’in yerine onun yakınında yeni bir Merv (Mari) kurulurken; toprak altında kalan Urgenç’in yerine de “Kadim Urgenç” kenti oluşturulmuştu. Ama burası yoksul, tozlu-topraklı bir yerdi. Oraya da giderek “Kolhoz Pazarı”nı görmüş; bazı kitaplar satın almıştım. Pazarda kavun, karpuzdan başka bir şey yoktu. Dükkânlar ise bomboştu!..
Dönüşte, iki mezarlık dikkatimi çekmişti. Bunlardan birisi Mazlum Han Suluğ’a aitti. Suluğ, güzel kadın demekti; ikinci mezar ise Nukus’a yakın olan Yusuf İçan kabristanı idi. Çok eski kabirlerin yanında yenileri de görülüyordu ki burası, yüzlerce yıllık kabristandı.
HAREZM
Orta Asya’da görmeyi çok istediğim bir başka yer ise Harezm’di. Özellikle de Kadim Urgenç’in yerine kurulan yeni Urgenç ve Hiva’ya gitmek istiyordum. Talebim üzerine, bu da sağlanmıştı ve bir sabah yola çıkmıştık. Nukus’tan ayrıldıktan kısa bir süre sonra “Kızılkum Çölü”ne girmiştik. Amuderya (Ceyhun)’nın sol yanı Kızılkum, Türkmenistan toprakları olan sağ yanı ise “Karakum” çölü idi. Karşımıza çıkan “Karadağ”, bir ova ülkesi olan Karakalpakistan’ın en yüksek yeriydi.
7-8. yüzyıllardan beri bilinen “Toprakkale”, 100 yıldan fazla bir zamandan beri, konik tepenin üzerinden ovayı gözetliyordu. Sağ yanımızdaki Toprakkale’yi bir süre seyretmiştik. Şerif Halmuradov; “Bu kale, Harezm’in köküdür.” demişti. O seyahatte bana refakat edenlerden birisi olan Jienbay İzbaskanov da; “Toprakkale karşıda / Karadağ’ın başında” dizeleriyle başlayan şiirini okumuştu.
Sol yanımızdaki “Berdak” kolhozunu geçerken bir Karakalpak için “Ozan Berdak”ın ne denli önemli olduğunu öğrenmiştim… “Kıpçak” adlı köyden geçerken de bu köyün Harezm’in en eski köyü olduğu bilgisini almıştım. Çölde tek tük develer; sağa sola atılmış olan motorlu araç lastikleri; kazaya uğramış olan araç iskeletleri ve fışkırıp kumların üzerine çıkmış olan tuzlar görülüyordu. Bu gezide iyice anlamıştım ki, Karakalpakistan, SSCB’nin en geri kalmış ülkesiydi. Sonra, “Amuderya” karşımıza çıkmış; derme çatma bir köprüden karşıya geçmiştik! Görmüştüm ki Ceyhun bile küskündü, bu ülkeye!.. Nerede o gürül gürül, deli deli akan o görkemli derya?.. Su yoktu Ceyhun’da; olmayınca Aral’a ne verecekti ki?.. Amuderya’da da Ceyhun denilen Türk milletinin ve tarihinin en önemli nehrine ben bir de Deli Derya adını vermiştim!.. Ceyhun’un susuz kalışı, kırık dökük bazı şileplerin ve motorlu teknelerin karaya oturmalarına yol açmıştı… Yörede “pahtakor” denilen pamuk toplayıcılar görülüyordu; yorgun, bıkkın, yılgın!.. Esasen pamuklar da çok cılızdı ve toplanan pamuğun yarısı yere, yarısı göğe gidiyordu!..
Bir buçuk saatlik yolculuktan sonra Harezm toprağına girmiştik. Az sonra da Oblastın (Vilayetin) merkezi olan Urgenç’teydik. Bu Urgenç, Cengiz Han’ın yerle bir ettiği kadim Urgenç’in yakınında kurulan yeni Urgenç’ti.