Çorap Söküğü
SUSTUM. DİYEMEDİM… SUSTUĞUMDA ANLADI!
Hani demiş ya Ahmed Arif, edebiyatımızın usta şairi: Üsküdar’dan bu yana lo kimin yurdu?
Sabahı güzel, poyrazı özel Silifke’deyim…
Hani demiş ya usta, “Üzüm’le Erik” şiirinde demiş ya Dağlarca:
“Bilseydi sevinirdi
Asma’yla Dal
Ta nerelerde
Başlarının döndüğünü.”
Silifkeliler gönül koymasın; sabahı güzel, öğleni güzel, akşamı bir başka güzel; her “dem” güzel, her vakit başımın döndüğü şehir Taşucu’dayım, “Arslan Eyce’nin yurdu”nda.
Arslan Eyce ki öncülük ettiği çalışmaları ve inatçı mücadelesiyle şehir efsanesi.
Hadi bunları ben söylememiş olayım:
Kıbrıs Fatihi Karaoğlan’ın, Ecevit’in yol arkadaşı…
KKTC Kurucu Başkanı Rauf Denktaş’ın ülküdaşı...
Türkiye’nin ilk nükleer karşıtı, çevreci ve de Mersin’de kooperatifçiliğin babası…
Hadi bunları ben söylemedim, siz işitmediniz. E okuyun gari!
Uğur Pişmanlık yazmış: Bir Emek Savaşçısı Arslan Eyce
**
Arslan Eyce’nin binbir emek ve zahmetle kurduğu, Taşucu Eğitim ve Doğal Hayatı Koruma Vakfı çatısı altında yaşayan, çeşitlilik anlamında dünyanın en zengin amphora müzesi “Taşucu Amphora” yine kalabalık...
Eyce’nin anıları, notları, tanıklıkları, yaşamı ve mücadelesinin anlatıldığı kitabın imza günü var.
Silifke’nin türkü seven, şiir seven Kaymakamı Abdullah Aslaner de o kalabalıkta. Güleç yüzlü kaymakamımıza buradan bir selam bırakayım da yolum yine Silifke’ye düşer falan... Ziyaretine giderim falan… Kahve ikram eder falan… Üstüne bir de çay neyim söyler falan… Yol yakınken yolunu yapayım. Karacoğlan ne demişti: Bir kuru selamın bir fincan hatırı vardır!
**
El âlem dövizdi, çeyrekti, beşibiryerdeydi şuydu buydu biriktiriverirken yastık altında, Arslan Eyce gönül biriktirmiş, dost biriktirmiş Taşucu’da.
Kadınıyla, erkeğiyle aydınlık yüzler; arkadaşlar, dostlar… Belediye başkanları, tanıyanlar, tanımayıp adını duyup gelenler, el verdiği gençler var o kalabalıkta ve daha kimler kimler…
Kürsüye her çıkan ya “Baba” diyor, ya “Arslan Bey” ya da “Arslan Amca…”
Ben de çıkıp “Abi” dedim: Arslan Abi.
Anlattım hemen o abiyi, renkli Türkçe bir anıda...
Nükleer Santral tartışmalarının alevlendiği yıllar, 1984-85…
Jandarmanın yolları kestiği, bariyer kurduğu Akkuyu’ya, beni maceralı bir şekilde sokup fotoğraf çekmemi sağlayan…
O fotoğraflar gazetelerde yayınlanınca bu kez Türkiye’nin dikkatini Akkuyu’ya çekmeyi başaran Arslan Abiyi ben de andım renkli Türkçe birkaç tümcede…
**
Uzatmayayım… Konuşmalar bitti.
Sahneye dört arkadaş çıktı, vaziyet aldı.
Cajon çalan arkadaş sohbetimiz sırasında bana şöyle bir baktı, a=b’ye ve b=c’ye, o halde a=c’ye diye bir denklem kurduktan sonra “Sen Güngör Amcanın oğlusun.” dedi. Bildi valla, rahmetli babamı… E adam matematikçi: Mehmet Küçükaslan.
Kemençe çalan arkadaş, dörtlüdeki en tehlikeli arkadaştan az tehlikeli olanı, “Mert” oğlan.
Radyocu, yapımcı üstelik. Beni gördüğü, onu gördüğüm yerde sıvışırım. Neden sıvışırım onu sonra anlatırım. Bu arada, sanatına alkış isterim: Mert Şahin.
Rıfat Kurt abimizi de yazalım şuraya. Sohbetimizde hatırımı sormuş, “İyiyim” demiştim. Ben de sormuştum; o da bana “İyiyim” demişti. Mana yüklü derin bir sohbetti.
Ve geleyim olağan şüpheliye, en tehlikeli arkadaşa...
Karadenizli bir genç… Yirmi yaşında… Tamam, tamam üç çarpı 20 yaşında bir genç. Boy pos tamam… Yakışıklılık desen tamam fakat Tanrı vergisi bir de ses var ki o kadar olur! Türküler, türküler ne türküler!
Sanırım tanışmanızın vakti geldi. Ağzı olan, dili dönen kim varsa eşlik etti bu Karadenizli tehlikeli arkadaşa, İbrahim Can’a…
Bir ara, merkezden mesaj gelince telefonuma, çıktım sokağa, baktım asfalt ağlıyor… İçeriye döndüm, baktım müze inliyor. Meğer ne de hasret kalmışız kalite sese. Cansın… İbrahim Can.
“Ah yalan dünya” dedi İbrahim Can bitirirken, yalan dünya…
O yalan dünya ki gelen geçti, kimler geldi, kimler geçti… Geçti de geçti ve bir de: Arslan Eyce...
Eserleriyle, fikirleriyle, inadıyla, mücadelesiyle “yaşayan ve yaşatan” Arslan Eyce!
**
Taşucu Eğitim ve Doğal Hayatı Koruma Vakfı, Arslan Eyce’nin vefatından sonra oğlu Mustafa Devrim Eyce başkanlığında ilerliyor. İyi gidiyorlar.
Mustafa Devrim Eyce kıpır kıpır, oldukça enerjik, ellili yaşların başında. Güleç, samimi, heyecanlı. Çok sempatik üstelik…
Sohbetimizde Vakfın 28 öğrenciye burs verdiğini söylüyor. Etkinliklerle müzeyi cazibe merkezi haline getirmeyi hedeflemiş. Her ay gerçekleştirdikleri şiir dinletisinde Taşucu ve Silifke’nin aydınlık yüzlerini müzede buluşturmayı başarmış. Daha yapacakları var, anlatmayayım ki sürprizlerin tadı kaçmasın!
**
Bunu da yazayım ki içimde dert kalmasın.
Etkinlik bitti… Çıkıyorken, imza standının oradan bir ses yükseldi. Adımın yükseldiği yöne döndüm, baktım aydınlık yüzlü bir genç, bir “hanım kızımız”, kızım yaşlarında.
Sordu: Tülay döndü mü?
Şaşırdım, gülümsedim. Bir daha sordu: Tülay döndü mü?
Diyemedim. Sustum. Diyemediğimde anladı!
Sordum, ağzını yokladım: Kimsin, kimlerdensin?
Yirmili yaşlarda Melek… Akademisyen olma yolunda. Yazılarımı takip ediyormuş. İşte o yazılardan tanıyormuş Tülay’ı.
Sustum. Diyemedim… Sustuğumda anladı!
Di haydi Melek! Di haydi, yolcu yolunda gerek! Başarılar kızım…
**
Benden sonra tufan çıkacak olsa da kimin umurunda! Dedikodu yapmış olmayayım…
İbrahim Can söylerken, can evimizde misafirken Sadık Civelek çıktı orta yere. Hani şu bizim “Sado”… Ham çökelek, Sadık Civelek… Değil Silifke, Mezopotamya’nın en tehlikeli gazetecisi! Sado bir çıktı ki orta yere, bir oynadı… Baktım Aytaç hemen fotoğraf çekti, ben hemen el çırptım, Resmiye el çırpmadı, Rıfat Yörük çırpmadı.
**
Bitirirken…
Döndüm, ışıkları sönük sonbahar gelen şehrime.
Döndüm Tülay!
Küsmelerim bitti. Melek, sordu seni. Sustum, diyemedim. Sustuğumda anladı…
“Tanık” olsun şu halde sözlerime gazete:
“İşim gücüm sensin benim
Işıkları sönük şehrimde işsizim…”
Çay koydum, gel.
Gittiğin günde gel.
Pazartesi gel, salı gel, çarşamba gel.
Perşembe, cuma, cumartesi gel.
Bir de pazar günü gel.
Şehrimin ışıklarını yak artık, gel!
Gitme, kal! Kal ışıklarını yakacağın şehrimde!