SİLİFKE’DE DOĞA VE ÇEVRE KONUSUNDAKİ DUYARLILIĞIMIZ
Yaşadığımız bu güzel memlekette, doğa ve çevre konusunda ne kadar duyarlıyız? Son yıllarda bu konuda yaşanan olumsuzlukları dert ediniyor muyuz mesela?
Hiç sanmıyorum. Şehrimizde bir avuç doğaseverin ve çevrecinin dışında, yapılan kıyımlara ve talana ses çıkaran yok. Bölgenin kalkınması, istihdamdaki artış, ekonomik hareketlilik her şeyin önünde geliyor. Nefes aldığımız doğanın ve çevrenin bile!..
Bugün, Silifke’deki bir ev sahibi evini Rus kiracısına yüksek bir bedelle kiraya verdiği için halinden gayet memnun. Ancak bunun önünü açan Akkuyu Nükleer Santral Projesi ile ilgili en ufak bir çekincesi yok, barındırdığı riskleri ve ilerleyen senelerde maruz kalınabilecek tehlikeleri aklına bile getirmiyor. Gelişmiş dünya ülkeleri, gelinen noktada nükleere karşı “mesafeli” iken, şurada yanı başımızda yapılan “nükleer santral projesi”ne doğru düzgün hiç kimse ses çıkarmıyor.
Taşucu’na, İncekum’a, Boğsak’a denize giden Silifkeli, eşiyle, çocuklarıyla ve sevdikleriyle birlikte denize girmenin doyasıya keyfini çıkarıyor. Ancak hemen yukarısında koskoca bir dağın bir çimento fabrikası tarafından adeta oyulduğunun ve dağın eski halinden eser kalmadığının farkında değil. Ya da bunun farkında da umursamıyor!.. Rüzgarla birlikte havaya karışan ve solunan zararlı tozlar insan sağlığını olumsuz etkilese de çok sorun etmiyor. Yakında dağın o kısmında koskoca ve anlamsız bir boşluk oluşursa, anlaşılan o ki, o da garipsenmeyecek…
Dünyanın en güzel koylarından biri olan Tisan’da büyük bir inşaat projesi devam etmekte bugünlerde. Bin küsür villalık bir proje olduğu söyleniyor. Ağaçların kesildiğini, bu şekilde projede o eşsiz koyun en güzel kısımlarının betona mahkum edileceğini basında yer alan haberlerden anlıyoruz. Gidip oradaki hareketliliği kendi gözlerinizle görmeniz de mümkün. Tisan gibi eşsiz güzellikte bir doğaya sahip olan koyun, böylesine hoyratça bir muameleye maruz kalması insanın içini acıtıyor. Ama hangimiz buna sesini çıkartıyor ya da yüksek perdeden itiraz ediyor?
Geçtiğimiz sene, bir büyük şirket, Taşucu’nda kıyıya beton duvar ördü, düşünebiliyor musunuz? Anayasa gereğince hepimizin olan bir kıyı şeridi, bir “özel mülk”e kurban edildi. Karşımızdaki dizginlenemez gücün pervasızca hareket edebildiği ve doğaya “müdahale”de bulunmayı bir hak olarak gördüğü bir düzende yaşıyoruz maalesef.
Balık çiftliklerinin kurulması gündeme geldiği zaman da itiraz sesleri yükselmiş, bir grup çevreci tarafından karşı çıkılmıştı. Sonra ne mi oldu? Akdeniz’in açıklarında muhtelif yerlerde mekanizmalar kuruldu, balık çiftlikleri faaliyetlerine başladı. Küresel kapitalizme boyun eğmek zorunda kaldı, Akdeniz’de suyun altında yaşayan canlılar. Suyun üstünde yaşayan bizler de!..
Mermer ocakları doğanın kalbinden fütursuzca istediklerini aldıktan sonra geriye nasıl bir tablo ortaya çıkıyor, hepimizin malumu. Ağaçların, makiliklerin arasında göze çarpan irili ufaklı mermer yüzeyleri, sonrasında öylece kalıyor. Yıllar öncesinde Taşucu’nda bir mermer işletmesi gelecek tepkilere önlem olarak o yüzeylere yeşil badana yapmıştı da ortaya tuhaf bir “peyzaj çalışması” çıkmıştı.
Bu ve buna benzer örnekleri daha da çoğaltabilirim elbette ki. Ancak, burada anlatmak istediğim şu: Bölgemizde (Silifke’de) yaşanan doğa ve çevre katliamlarına karşı “marjinal” olarak kabul edilecek bazı sol çevre örgütleri dışında doğru düzgün sesini çıkartan yok. Çoğunluğu Mersin’den gelen çevrecilerin itirazları yerel halkta bir karşılık ve destek bulmadığı için “etkililik” noktasında yetersiz kalıyor. Yapılan itirazlar toplumda karşılık bulmuyor, toplumsal tabanı olmadığı zaman da çıkan sesler “cılız” kalıyor.
Geçtiğimiz yaz Muğla’daki Akbelen ormanlarında yapılan ağaç kıyımına karşı o yörenin köylüleri genciyle, yaşlısıyla, kadınıyla, erkeğiyle ağaçlara nasıl sahip çıktılar, günlerce nasıl nöbet tuttular ağaçların başında, hepimiz basından izledik. Bütün Türkiye, günlerce Akbelen’i konuştu. Karadeniz derelerine HES yapılmaya çalışıldığında Karadenizli ninelerin nasıl karşı çıktıklarını, nasıl direndiklerini yıllardır hep görürüz haberlerde. Bizim buralarda ise, tam tersi bir umursamazlık hali söz konusu…
Mesele, bir anlamda “duruş” meselesi. Silifke’de doğa ve çevre konusunda olumsuz gelişmeler yaşanırken -sizlerin, bizlerin- seslerimizi yüksek perdeden çıkarması, doğamızın ve çevremizin sahipsiz olmadığını muktedirlere haykırması gerekiyor. Yeni dünya düzeninde -dizginlenemez kapitalist ve siyasal güçler karşısında- belki bazı şeylere engel olunamaz ama, tarihe not düşmek de önemli bir şey:
Silifkeli genciyle yaşlısıyla, kadınıyla erkeğiyle kenetlenmiş bir şekilde, doğa ve çevre katliamlarına karşı direniyor, Silifkeli doğasına ve çevresine sahip çıkıyor, denilebilseydi: Tıpkı Akbelen’de ve Kaz Dağlarında olduğu gibi, tıpkı Karadeniz’de ninelerin derelerine sahip çıktıkları gibi, bizler de doğamızı ve çevremizi yok etmeye çalışanlara karşı direnebilseydik.
Nazım Hikmet’in “Dörtnala gelip Uzak Asya'dan Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket, bizim.” dizesindeki gibi memleketimizi sahiplensek, yapılan doğa katliamlarına karşı “Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,” diyebilseydik, keşke!..
Havamızın, suyumuzun, toprağımızın bütün o bireysel çıkar hesaplarından daha da önemli olduğunu anladığımızda çok geç olacak maalesef.