BAŞKENTTEN SELAM
AHİ EVRAN VELÎ VE AHİLİK
Türk-İslâm aleminde, kurduğu Ahilik teşkilâtı ile hem medeniyetimize eşsiz eserler kazandırmış, hem de esnaf ve zenaatkârlarımızın maddî ve manevî mutluluklarına sebep olmuş olan Ahi Evran Velî’nin asıl adı Mahmut olup, lâkabı Nasıruddin’dir.
1171 yılında bugün İran’a bağlı olan Batı Azerbaycan’ın Hoy kentinde doğmuştur.
Ahi Evran, başta ünlü Türk bilgini Fahrettin Razi olmak üzere zamanının birçok değerli bilginlerinden ders ve feyz almıştır.
13.yüzyılın başlarında, muhtemelen 1206 yılında Mevlâna Celaleddin Rumî ve Yunus Emre gibi halk önderi düşünürlerin yaşadıkları Anadolu’ya gelmiş, adım adım Anadolu’yu dolaşmış ve nihayet Kırşehir’e yerleşmiştir.
Ahi Evran’ın kurduğu Ahi Teşkilâtı, Anadolu esnafını derleyip toparlamış, yerleştirdiği ilke ve kurallarla köklü bir sistem oluşturmuştur.
Ahi sözcüğünün, Arap dilindeki anlamı “kardeş”tir. Ancak Divan-ı Lügat-it Türk’te ahi sözünün; eli açık, cömert anlamındaki ahiden geldiği kaydedilmektedir. Doğrusu da budur.
Ahiliğin temelinde Orta Asya Türk gelenekleri, görenekleri ve inançları vardır. Ama Ahi Evran Veli bütün bunları, İslâm inançlarıyla birleştirip, harman ederek Ahilik kavramını oluşturmuş, daha sonra da “Ahi Birlikleri” kurulmuştur.
Ahilik Osmanlı İmparatorluğu ile birlikte kurulup gelişmiştir. Osman Gazi’nin ölümünden sonra Orhan Gazi’nin II. Padişah olarak tahta geçmesini sağlayanlar, Ahi şeyhleridir. Orhan Gazi tahta geçince vezirlerinin çoğunu, Ahiler arasından seçip, tayin etmiştir.
Öncelikle bilinmelidir ki, Ahilik bir tarikat değildir… Ahilik bir yoldur. Yöntemdir. Ahilik Türk gelenek ve göreneklerini, İslâm potasında yoğurup düzenleyen ve kurumdur…
Ahi Teşkilâtı mensupları üç sınıfta değerlendirilir:
- FİİLÎ (zenaatkârlar)
- İLMÎ (kültür, edep, sohbet)
- SEYFÎ (askerlik, eğitim)
Bu üç sınıfta yer alanlar, devleti ayakta tutan unsurlardır. Bunlar, bir Beylik halinde işe başlayan Osmanlı’yı dört kıt’aya egemen bir İmparatorluk haline getirmişlerdir.
FİİLÎ sınıfı, son derece dürüst esnaflardan ve zenaatkârlardan oluşuyordu. O esnaflar ki, kendisine gelen bir müşteriyi, henüz siftah yapmamış olan komşu bir esnafa gönderirdi… Bunlar aşırı bir kârla satış yapmazlar, deyim yerindeyse, müşteriyi kazıklamazlardı. Makul bir kârla satış yapanlar, terazi hilesini de bilmezlerdi.
İLMÎ ya da ilmiye sınıfı, toplumun manevi gücüydü. Halkı sosyal, kültürel ve sanatsal bakımdan yöneten ve yönlendiren bunlardı. Bu sınıfta yer alan birçok Türk bilgini, nice keşiflerde ve icatlarda bulunmuşlar, Türk felsefesini, duygu ve düşünce sistemini meydana getiren nice eserler ortaya koymuşlardı. O dönemde, kumarhane, meyhane vb. gibi kötü alışkanlıklara neden olan kuruluşlar yoktu. Kıraathaneler, kütüphaneler, sohbet meclisleri vardı ve bu sohbetler, birer eğitim müesseseleri idi.
SEYFÎ sınıfı ise, ülkenin iç ve dış güvenliğini sağladığı gibi, fetihten fetihe koşardı. “Türk gibi kuvvetli” deyimini bu sınıfın mensupları söylemişlerdi.
AHİLİK, yeni birçok müesseselerin kuruluşlarına da önderlik ederdi. 1844’de İngiltere’de oluşan ilk kooperatifçilik hareketinin temelinde Ahilik vardır. Bu kooperatifi kuranlar, 1828-1831 yılları arasında Anadolu’ya gelerek, Ahilik müessesesini incelemişler ve Ahilik ilkelerinden aldıkları ilhamla, kooperatifçilik ilkelerini oluşturmuşlardır.
Çağdaş sendikacılık ilkeleri de Ahilik ilkelerine son derece yakındır. Ünlü Alman Oryantalisti Fransz Teşner, Alman Sendikacılık Hareketi ve ilkelerinin, Ahilik elkeleriyle özdeş olduğunu yazmıştır.
Bugün, Türkiye’deki Esnaf ve Sanatkârların kurdukları örgütler ise, Ahilik müessesesinin günümüzdeki devamıdır.
Ahilik geleneğine göre; bir kimse usta olmadan, herhangi bir iş yeri açamazdı. Babası çok zengin olsa bile buna imkân yoktu. Bu yasal bir engel değildi ama paradan da güçlü olan Ahilik ilkeleri vardı ve toplum buna uyardı. Zira önce 1001 gün sürecek bir çıraklık döneminin geçmesi gerekirdi. Çıraklar, çıraklık süresini doldurup, zenaatında kalfalığa yükselecek bilgiye kavuyüuklarında, usta ve kalfasının yardımıyla geçireceği bir sınavla kalfalığa yükseltilirdi. Kalfalık süresi ise üç yıldı. O arada kalfaların kılıç kullanmaya, ata binmeye, atıcılık vb. gibi askeri eğitim görmeleri de gerekiyordu. Süre dolunca kalfa, mesleğiyle ilgili bir eser hazırlar, bunu Ahi vekilinin başkanlık ettiği Ustalar Meclisine sunardı. Bu eser beğenilir de tam not alırsa kalfa, ustalığa yükseltilirdi. Ama ondan önce ona aynen şu sözler söylenirdi:
“Harama bakma, haram yeme, haram içme. Doğru, sabırlı, dayanıklı ol. Yalan söyleme. Büyüklerden önce söze başlama. Kimseyi kandırma, kanaatkâr ol. Dünya malına tamah etme. Yanlış ölçme, eksik tartma. Kuvvetli ve üstün durumda iken affetmesini, hiddetli iken yumuşak davranmasını bil ve kendin muhtaç iken bile başkalarına verecek kadar cömert ol…”
Çıraklıktan kalfalığa, kalfalıktan ustalığa geçiş ile ilgili özel törenler vardı ve bu törenler, yükselen kişi için hayatı boyunca unutamayacağı ihtişamda yapılırdı. Kuralları vardı ve uygulanırdı.
Tüm bu geleneksel bilgiler ışığında, bugün Türk esnaf ve sanatkârları, Ahilik ilkelerinden yola çıkarak, Türk Esnaf ve Zenaatkârları için;
-Geleneksel istihdam ve üretimdeki yaratıcı ve düzenli çalışma anlayışları ile ekonomimizin denge unsurudur.
-Toplumda kimseyi rahatsız etmezler.
-Siyasi ve sosyal her türlü anormal çalkantıya karşı istikrar ve huzurun teminatıdır. Zararlı akınlardan etkilenmezler.
-Yaşayışları, hareketleri, töreleri ve ahlâki yapıları itibariyle sosyal bünyenin koruyucusudurlar. Vatana, Millete ve inançlara bağlıdırlar.
-Mütevekkil, çalışkan, saygılı ve tutumludurlar.
Nihayet, Ülkemizin ekonomik yapısında tarımdan sonra gelen büyük üretici kesimi temsil ederler…” diyebiliyor muyuz?..
İsterseniz, önce ben yanıt vereyim: Hayır!..
Öyleyse bunları yaşamış ve kurallarını belirleyerek bize emanet etmiş olan ecdadımıza ve yüce Milletimize ihanet mi ettik?..