BAŞKENT’TEN SELAM
ÖLÜMÜNÜN 500.YILDÖNÜMÜNDE ŞAH İSMAİL HATAYİ
(Ve Türk’ün Türk’ü kırdığı Çaldıran Savaşı)
Tarihteki Türk Devletlerinden ve Türk Devlet Başkanlarından bahsederken, Şah İsmail’den ve Safevi Devletinden bahsetmemek, tarihimizin eksik yazılması demektir. Örneğin Erdebil Tekkesinin şeyhi ve Safevi Devleti’nin kurucusu Şah İsmail, Türkoğlu Türk’tür. O tarihte, koca İran’ı yönetmiş ve tarihte iz bırakmıştır. Sözün başında belirtmek isterim ki, bugün de İran’ın başında, Cumhurbaşkanı sıfatıyla bir başka Türkoğlu Türk, Mesud Pezeşkiyan bulunmaktadır.
Şah İsmail 17 Temmuz 1487 tarihinde Erdebil’de doğdu. Babası Safevi şeyhi Haydar, anası ise Akkoyunlu Uzun Hasan’ın Alemşah unvanıyla bilinen kızı Halime Begüm Hatundur. Uzun Hasan’ın kız kardeşi Hatice Begüm de babaannesidir.
İsmail, daha bebek iken babası Şeyh Haydar, Gürcistan’a düzenlediği akında Şirvan hükümdarı Ferruh Yesar tarafından öldürüldü. Akkoyunlu Yakup, İsmail ile diğer kardeşleri Sultan Ali ve İbrahim’i, Şiraz valisi Mansur Bey Purnak’a göndererek İstahr Kalesi’nde hapsettirdi. Sultan Yakup’un ölümünden sonra, onun halefleri arasında çıkan kargaşa ortamında iktidarı ele geçiren Rüstem Bey, Safevilerin desteğini almak için Şeyh Haydar’ın oğullarını serbest bırakmakla kalmadı, Erdebil’i yönetmek üzere Sultan Ali’yi görevlendirdi. Ancak Sultan Ali’nin Akkoyunlu Baysungur’u yenerek nüfuz kazanması Rüstem’i kuşkulandırdı. Sultan Ali’nin üzerine asker sevk ederek öldürttü. Şeyh Haydar’ın müritleri İsmail ve kardeşi İbrahim’i Gilan hâkimi Hasan Han’ın yanına götürdüler. Orada korunan İsmail, bir yandan da Lala Hüseyin’in gözetiminde eğitim gördü. Akkoyunlu şehzadeleri arasındaki iktidar mücadelesinde Rüstem Bey, Akkoyunlu Göde Ahmet tarafından öldürülünce karşısında güçlü bir otoritenin kalmadığını anlayan İsmail, Akkoyunlu mirasını devralmanın zamanının geldiğini düşünerek müritlerini etrafında toplayıp Erdebil’e doğru harekete geçti.
Bu arada Akkoyunlu şehzadeleri arasındaki kavga iyice hızlandı. Elvend Bey devletin kuzey, Murad Bey ise güney bölgesinde egemenliklerini sürdürmeye başladı. Ancak öncelikli olarak atalarının intikamını almak üzere Ferruh Yesar’ı ortadan kaldıran İsmail, sonra üstüne ordu gönderen Akkoyunlu Elvend’i yenerek Tebriz’i ele geçirdi ve taç giyerek “şâh” unvanını aldı (1501) ve daha sonra da Ebu’l-Muzaffer Şah İsmail Bahadır Han adıyla anıldı.
Şah İsmail, siyasi kişiliğinin bütün bileşenlerini içeren künyesini resmî yazışmalarında kullandı. Döneminin sanatkârları da Şah İsmail adına ürettikleri eserlere bu künyeyi işlediler.
Şah İsmail, Akkoyunlu egemenliğine fiilen son verince ülkesinin sınırlarını genişletmek, görüşlerini yayabileceği emniyetli bir ortam oluşturmak için girişimlerde bulundu. Batısındaki Osmanlı Devletini ve doğusundaki Özbekleri tehdit edecek konuma erişti. Özbeklerden Şeybani Han’ı mağlup ederek ortadan kaldırdı!...
Ancak, Osmanlı sultanı II. Bayezid’le aralarında başlayan gerilim, maalesef kıran kırana savaşa dönüştü. Bu savaş Türk tarihi için bir yüz karası idi. Zira iki Devletin başındaki kişiler de, savaşan neferler de aynı milletin insanları, yani Türk idiler.
İran Şahı İsmail ve Osmanlı Hakanı Yavuz Sultan Selim savaşmak için, Erzincan yakınlarındaki Çaldıran ovasına gelirken, zaferden son derece emin idiler. Özellikle Şah İsmail ordusuna öylesine güveniyordu ki, savaşı kazandıktan sonra İstanbul’a gidecek, Yavuz’un tahtına oturacak ve Osmanlı devletini kendisine bağlayacaktı. Bu yüzden Çaldıran’a gelirken yanında bütün hazinelerini ve çok sevdiği hanımı Bihrûze Hatunu da getirmişti. Fakat Yavuz’un iyi eğitilmiş ordusu, ustaca manevralarla İran ordusunu kısa sürede bozguna uğrattı. Şah İsmail, kendisini feda eden seyisi sayesinde canını zor kurtardı ve yanındaki birkaç kişiyle Kafkasya taraflarına kaçabildi. Ne yazık ki, bütün hazinesi ile birlikte, hanımı da Yavuz’un eline geçti. Taçlı Hanım diye bilinen Bihrûze Hatun, o devrin en güzel kadını olarak dillere destandı. Yavuz, onu esir alınca, fevkalade güzelliğine rağmen hiç iltifat etmedi ve hemen İstanbul’a gönderdi. Daha sonra, yakın adamlarından Tâcîzâde Cafer Çelebiyi, Taclı Hanım Bihrûze Hatun ile evlendirdi.
Taçlı Hanım’ın olağanüstü güzelliğine rağmen, Cafer Çelebi de çiçek bozuğu yüzü ve çarpık bedeni ile çirkin bir adamdı. Yavuz bu evliliği, Şahı daha çok tahkir etmek için mi planlamıştı?..
Bihrûze Hatun ile evlendikten çok kısa bir müddet sonra Cafer Çelebi öldü. Yavuz bu hanıma dayalı döşeli bir ev, hizmetçiler, araba ve beş bin altın bağışladı. Ayrıca geçimine yetecek kadar da maaş bağlattı. Ne var ki, bir Türk Hakanının, başka bir Türk Hakanına karşı gerçekleştirdiği bu olayları şahsen hiç tasvip etmiyor, hatta kınıyorum…
***
23 Ağustos 1514 tarihindeki bu tarihi Çaldıran Savaşında mağlup olan Şah İsmail’in yenilmezlik imajı sarsıldı. Yenilginin yarattığı ruhsal çöküntü yetmezmiş gibi Osmanlılar tarafından esir alınan eşi Bihruze Hanım üzerinden sürdürülen itibarsızlaştırma siyasetinden de bunaldı. Bir yandan Çaldıran yenilgisinin ardından ortaya çıkan karışıklıkları sert tedbirlerle bastırırken diğer yandan da Batılı devletler nezdinde Osmanlılara karşı ittifak arayışlarına girişti. Bu girişimlerinden sonuç alamadan, 23 Mayıs 1524 tarihinde Tebriz’de vefat etti.
Şah İsmail’den sonra en büyük oğlu Tahmasb, Safevi tahtına oturdu. Tahmasb on yaşındaydı. Diğer erkek kardeşleri; Elkas Mirza, Sam Mirza ve Behram Mirza ise ondan iki, üç yaş daha küçüktü… Tahmasb’a karşı kardeşi Elkas iktidar mücadelesine girişti. Başarılı olamayınca tıpkı Kanuni Süleyman’ın şehzadesi Bayezid’in Safevi sarayına sığınması gibi Elkas Mirza da Osmanlı sarayına sığındı. Şehzadeler arası mücadeleden Tahmasb başarıyla çıktı ve kırk iki yıl Safevi Devletini yönetti…
Tahmasb’ın şahlık dönemi (1524-1576) ile Kanuni’nin uzun süren saltanat yılları (1520-1566) ile aşağı yukarı örtüşür. Dolayısıyla Osmanlı-Safevi ilişkilerinin bu iki hükümdarın siyasi ve kültürel rekabetleri çerçevesinde biçimlendiği söylenebilir. Siyasi mücadelelerine rağmen Osmanlı muhitlerinden Safevi başkenti olan Tebriz, Kazvin ve Isfahan’a; bu şehirlerden de İstanbul’a çeşitli nedenlerle göç eden sanatkârlar marifetiyle edebî ve kültürel açıdan şaşırtıcı düzeyde etkileşim oldu.
Bilhassa iktidar mücadelesini kaybeden şehzadelerin muhitlerindeki sanatkârlarla birlikte rakip devletin himayesine girmesi ve elçiler aracılığıyla takdim edilen kıymetli eşyalar arasında yer alan sanat eserlerinin yeni muhitin nakkaşları ve hattatları nezdinde itibar görmesiyle tür ve üslup aktarımı gerçekleşti
Şah İsmail ve şehzadelerinin himayesinde başta hat ve nakış olmak üzere güzel sanatlar altın çağını yaşadı. Tebriz, Kazvin ve Isfahan gibi Safevi kentlerinin yanı sıra Şiraz ve Meşhed gibi kültür merkezlerinde pek çoğu Herat ekolünde yetişmiş sanatkârlar, Safevi şehzade ve bürokratlarının himayesinde en güzel eserlerini verdiler. Adeta mitolojik bir şahsiyete dönüşen Behzad’ın yanı sıra Sultan Muhammed, Mir Ali, Ağa Mirek gibi nakkaşlar; Şah Mahmud Nişapurî, Yarî-i Şirazî, Iyşî ve Mir İmad gibi hattatlar; Habîbî, Kişverî, Surûrî ve Tufeylî gibi divan şairleri Şah İsmail ve şehzadelerinin himayesinde sanat faaliyetlerini sürdürdüler.
Şah İsmail, sanatkârlığı kadar kültür ve sanat adamlarını himaye etmesiyle, de önemli bir kariyere sahiptir. Osmanlı merkezî otoritesinin sarsıldığı devrelerde, Teke yöresinde baş gösteren Şah Kulu ayaklanmasında olduğu gibi merkezî otoriteyi tanımayan kenardaki oymak ve aşiretlerin Erdebil Tekkesini sığınılacak bir merci olarak gördükleri bilinmektedir. Anadolu’dan bilhassa Akkoyunlu ve Safevi merkezlerine yönelen Türkmenler, Şah İsmail döneminde Safevi sarayında ilgi görmüşlerdir. Şah İsmail’in sayesinde Türkçenin edebî dil olarak Safevi sarayında gördüğü itibar, şehzadeleri döneminde de korunmuştur. Hanedan mensupları arasında da Hatâyî seviyesinde olmasa bile Türkçe şiir söyleme geleneği devam etmiştir. Safevi şehzadelerinden İbrahim Mirza’nın divanında “Türkiyyat” başlığı altında yer verilen Türkçe söylenmiş 24 şiir bunun en önemli kanıtıdır. Fakat Safevi hanedanı içinde Türkçenin en güzel şiirlerini söyleyen hiç şüphesiz Şah İsmail’dir.
Şah İsmail’in en önemli eseri hiç kuşkusuz divanıdır. Şimdiye kadar Dîvân-ı Hatâyî’nin çoğu yurt dışında olmak üzere yirmi beş nüshası saptanmıştır. Hatâyî Dîvanı, 16. ve 17. yüzyılda Şah Mahmud Nişapurî, Ali Meşhedî, Yârî, Iyşî, İmad Hasenî ve Nureddin Isfahanî gibi ünlü kişiler tarafından kaleme alınmıştır. Ayrıca çok sayıdaki mecmua ve cönklerde yüzlerce Hatâyî mahlaslı şiir vardır. Şah İsmail’in şiirleri Azerbaycan, İran ve Türkiye’deki araştırmacıların da dikkatini çekmiştir.1946 yılından itibaren Hatâyî Divânı; Sadeddin Nüzhet Ergun (1946), Hamid Araslı (1946), Turhan Gencevi (1959), Azizağa Memmedov (1966), Eliyar Seferli-Halil Yusufov (1988), Nejat Birdoğan (1991), İbrahim Arslanoğlu (1992), Mir Salih Hüseyni (2002), Mirza Resul İsmailzade (2002), Babek Cavanşir- Ekber N. Necef (2006), Şah Hüseyin Şahin (2011) ve Adil Ali Atalay (2019) tarafından yayımlanmıştır. 2017 yılında da Hatâyî Dîvânı’nın tenkitli neşri Muhsin Macit tarafından yapılmıştır.
Şah İsmail’in önemli bir eseri de Nasihatnamedir. Hatâyî’nin dinî görüşlerini anlattığı öğüt nitelikli 184 beyitten oluşan bu mesnevi ile ilgili değerlendirmeler de okunmalıdır.
Şah İsmail’in şairliği, “şeyh” ve “şah” sıfatlarının gölgesinde kalmıştır. Hem kendi muhitinde hem de Osmanlı kültür çevrelerinde eser veren tezkire yazarları Şah İsmail’in şairliği üzerinde yeterince durmamışlardır. Alevi-Bektaşi muhitlerinde ve musiki meclislerinde dolaşıma giren Hatâyî mahlaslı güfteler, hiçbir ayıklamaya tabi tutulmadan ona mal edilen şiirler çerçevesinde biçimlenmiştir. Özellikle Anadolu Aleviliği içinde biçimlenen Şah Hatâyî imgesi, sözün ve müziğin eşlik ettiği ritüellerle süreklilik kazanmış, Sadeddin Nüzhet Ergun’un İstanbul kütüphanelerinde bulunan mecmualara dayalı olarak hazırladığı, 1946 ve 1956 yıllarında iki kez basılan Hatâyî Dîvânı bu algıyı yaygınlaştırmıştır.