BAŞKENT’TEN SELAM
MİLLİ MAÇIN HATIRLATTIĞI GEZİ ÇEK-O-SLOVAKYA -5-
P R A G
Günler ayları, aylar yılları kovalamış; Çekler ile Slovaklar ayrılıp, iki bağımsız cumhuriyet olarak dünya coğrafyasındaki yerlerini almışlardı. Türkiye’de büyük bir deprem olmuştu! Ankara’da bunaltıcı sıcaklar insanın içini sıkıyordu! Tansiyon sorunum da başladığı yıllardaki gibi, başımı döndürüyordu… Uluslararası Altayistler Konferansı (PIAC) için Prag’a gidip gitmemek hususunda tereddütlüydüm; ama hava değişikliğinin iyi geleceğini düşündüğüm için, gitmeye karar vermiştim.
Bu seyahat için gerekli giderlerimin Dışişleri Bakanlığımız tarafından karşılanmasını, folklorcu dostumuz, Menter Şahinler sağlamıştı. O tarihte Menter Bey, Bakanlığın, Kültür Dairesi Başkanı idi. 22 Ağustos 1999 tarihinde, saat 13.00’de Ankara’dan kalkan THY’nın Boing 737 uçağı, 2 saatlik uçuştan sonra Viyana’ya inmişti. İki saat kadar Viyana hava alanında bekledikten sonra, Avusturya hava yollarının yan kuruluşu olan “Tyrolean” adlı kuruluşun 56 Kişilik pervaneli uçağı ile 45 dakikalık uçuşu müteakip, Prag hava alanına inmiştik.
Prag hava alanında, Azadlık Radyosunda görevli Arda ile eşi karşılamışlar, kendi arabalarıyla otele getirmişlerdi. Wilhelm Oteli’nin 35 No.lu odasına yerleşmiştim. Burası üç yıldızlı küçük ama temiz bir oteldi. Konferansa gelenler bu otelde konuk ediliyorlardı ama ücretlerini bizzat ödemek suretiyle “Hotel Pyramida” da konaklayanlar da vardı; ki bizim Türk Dil Kurumu yönetici ve üyeleri, KKTC’den gelenler ve tuzu kuru Batı Avrupalı bilim adamları bu otelde kalıyorlardı. O akşam, işte bu otelde bir kokteyl verilmişti. Burada bütün delegeler toplanmış; yeni tanışmalar ve kucaklaşmalar olmuştu.
PIAC Konferansı
Permanent International Altaistic Conference (PIAC), A.B.D.’de oluşturulan bir platform. Dolayısıyla finansman büyük ölçüde ABD tarafından sağlanıyor, yürütülüyor, yönetiliyor. ABD adına yürütme işi İndiana Üniversitesindeki bilim adamları tarafından yapılıyordu. Bu satırların yazıldığı 2011 Yılına kadar 52 yıl, aralıksız düzenlenen bu konferansın 42.si Prag’da düzenlenmişti. Her yıl, dünyanın bir başka ülkesinde düzenlenen bu konferansın birisi de ülkemizde, başkent Ankara’da düzenlenmiş; yürütme işini de Türk Dil Kurumu üstlenmişti.
Benim de iştirak ettiğim 42. Konferansın ev sahipliğini ise, ABD tarafından yönetilen ünlü “Azadlık Radyosu” üstlenmiş ve burada görevli olanlar, adeta seferber olmuşlardı. Bu konferansa Türkiye’den Ahmet Bican Ercilasun, Bilge Ercilasun, Nevzat Gözaydın, Tuncer Gülensoy, Hatice Gülensoy, Zeynep Kerman, Timur Kocaoğlu, Zeynep Korkmaz, İsmail Parlatır, Hamza Zülfikar, Gülin Eker, Süer Eker, Osman Fikri Sertkaya ve İrfan Ünver Nasrattınoğlu; KKTC’nden İsmail Bozkurt, Ali Nesimoğlu ve Sabahattin Sağıroğulları; Almanya’dan Erkin Alptekin, Birsel Karakoç ve Filiz Kıral; İngiltere’den Çiğdem Balım ve Mevlüt Erdem; Finlandiya’dan (Tatar) Okan Daher katılmışlardı. Tabii, Türk olmayan Altayistler de vardı. Örneğin Lucyna Antonowicz-Bauer (Polonya), Xenia Celnarova (Slovakya), Jitka Zamralizova (İsveç) ve Erika Gibson (ABD) gibi dostlarımız da Prag’a gelmişlerdi ve onlar da benim kaldığım otelde ağırlanıyorlardı.
Konferans “Radyo Liberty / Radio Free Europe” veya Özgürlük (ya da Azadlık) Radyosu da denilen radyo yayınının yapıldığı binada düzenlenmişti. Bu binanın Çekoslovakya’nın parlamento binası olduğunu öğrenmiştik. 23 Ağustos 1999 Sabahı başlayan PIAC Konferansının açılış konuşmasını yapan Başkan Dr. Charles F. Carlson, konuşmasına başlamadan önce, “Türkiye’deki depremde hayatını kaybedenlerin anısına hürmeten 1 Dakikalık saygı duruşuna davet etmişti. Sonra radyonun müdürü Thomaz Dine konuşmuştu. Konuşmalar İngilizce ve Rusça yapılıyordu. Ne İngilizce ve ne de Rusça Altay dil grubundan değildi; ama nedense, bu gruba dahil olan, örneğin Türkçe konuşulmuyordu!...
Konferansın dili İngilizce ve Rusça idi ama kimileri öteki Avrupa dilleriyle de bildiri okuyorlardı. Örneğin bizim İsmail Parlatır bildirisini Almanca okumuştu. Katılımcı sayısının fazla oluşu nedeniyle çalışma iki seksiyonda ve salonda yapılıyordu. Bildirimi okuma sırası bana geldiğinde, oturum başkanlığını İsmail Parlatır yapıyordu. Salonda ise birkaç Türk’ten başka kimse yoktu! Garabete bakınız ki, salondaki Türkler, kendi aralarında İngilizce veya Rusça konuşacaklardı! Bu bana çok ters geliyordu. Bildirimin İngilizce çevirisi elimdeydi ama ben bunu değil, Türkçe metni okuyacaktım. Başlarken de şöyle demiştim: “Ben bildirimi Türkçe okuyacağım. Ama itiraf edeyim ki, Türk dilinin ustaları önünde, Türkçe okumak, başka dillerde okumaktan daha zor… Altay dillerinin ele alındığı bir konferansta, Türkçe’nin konuşulmamasını yadırgadım; çünkü Türkçe, bu grubun en büyük ve en önemli dilidir…”
Oturuma ara verildiğinde, bizim delegasyonun hemen hemen tamamı, salonun bir yerinde oturuyorlardı. Yanlarına geldiğimde Osman Sertkaya’nın şu sözleriyle şoke olmuştum:
“İrfan, sen niye öyle söyledin! Bir daha seni davet etmezler!..”
Osman Sertkaya takdir ettiğim, değerli bir bilgin, gerçek bir Türkolog’du. Milliyetçi duygulara sahip olduğundan da kuşkum yoktu. Aslında Türk Dil Kurumu yöneticilerinin ve üyelerinin de, tamamı milli duygularla mücehhez insanlardı. Ama artık, Sertkaya’nın bana yönelttiği eleştiri karşısında susamazdım! Dedim ki:
“Yahu, ben söylemeyeceğim, sen söylemeyeceksin, kim söyleyecek bu gerçeği?.. Beni bir daha çağırmazlarsa çağırmasınlar. Bu şartlarda zaten bizim katılmamamız gerekir…”
Sertkaya’nın bu tutumu beni çok üzmüştü. Aslında benim yaptığımı, devletin tahsis ettiği ödeneklerle ilim yapan ve böylesi toplantılara katılan bilim adamlarımızın yapmaları gerekirdi. Hem Türk dilinin dünyada konuşulan beşinci büyük dil olduğunu söyleyeceğiz hem de dilimizin lâyık olduğu seviyeye getirilmesi konusunda kılımızı kıpırdatmayacağız! Buna benim millî duygularım isyan etmektedir… Kendi kendime söylenirken, çok değer verdiğim; başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı danışmanlıkları yapan bir değerli bayan dostumun, bir vesileyle söylediği sözü anımsamıştım… O dostum, kimi milliyetçi geçinenlerin benim aleyhimdeki sözlerine katılmadığı için beni onlara karşı savunmuş, hatta tepki göstermişti. Ben tebessüm ederek; “…hanımefendi, ben alıştım artık. Benim için kimi solcu demiştir, kimi sağcı-faşist! Bunlara gülüp geçiyorum. Ben ne olduğumu, ne yaptığımı biliyorum…” demiştim. Bu saygın dostum da şu cümleyle sözü kapatmıştı: “İrfan bey, senin böyle milliyetçiler arasında ne işin var Allahaşkına!..”
Dostum doğru söylemişti. Milliyetçilik, “ben milliyetçiyim” demekle; ona buna efelenip, dayak atmakla değil; milli duygularla yapılmalıydı. Gerektiğinde çıkıp, milletini ve devletini savunmakla milliyetçi olunurdu. Milliyetçilik, bu kavram çerçevesinde bir yaşama düzeni kurmakla olurdu. Saçı bitmedik yetimin hakkını yemekle; nüfuz suistimaliyle milliyetçilik yapılamazdı…
Azadlık Radyosu
Sözünü ettiğim radyonun Azerbaycan ve Orta Asya Türk Cumhuriyetlerindeki adı “Azadlık Radyosu” idi ve ben de bu adı benimsemiştim. Bu radyonun, SSCB’nin yıkılmasında büyük rol oynadığı bir gerçekti. Çünkü Sovyet bloku içindeki bütün halkların dillerinde yayınlar yapılıyor ve bu halklar uyarılıyordu. Önceleri Almanya’dan yayın yapan radyonun merkezi, Sovyet İmparatorluğunun yakılmasından sonra Çek Cumhuriyeti’ne taşınmıştı. O tarihte yayın yapılan diller şunlardı: Arnavutça, Arapça, Azerbaycan Türkçesi, Belorça, Bulgarca, Ermenice, Hırvatça, Çekçe, Estonca, Gürcüce, Kazakça, Kırgızca, Letonca, Litvanca, Moldovanca, Farsça, Romence, Rusça, Sırpça, Slovakça, Tacikçe, Tatarca, Başkurtça, Türkmence, Ukraynaca ve Özbekçe…
Karay Türkleri
Ben Türküm ve elhamdülillah Müslümanım. Babamın her gün mutlaka birkaç sure okuduğu Kur’an tilavetiyle büyüdüm. Çocuk yaşta minareye çıkıp ezan okudum… Camide kamet okuyup, tespih çektirdim… Ama ben Türküm. Bu nedenle, hangi dine mensup olursa olsun, bütün Türkleri kardeş bilirim. Çuvaşlar da, Gagauzlar da, Karaylar da benim kardeşimdir. Bu PIAC konferansında beni memnun eden en önemli husus, Karay Türkleri ile ilgili karar tasarısının oybirliğiyle kabul edilmesi olmuştu. Bu tasarıya göre, Altayistler, bu dil grubuna mensup olan Karayların dillerinin ve kültürlerinin korunup yaşatılması hususunda çalışma yapacaklardı. Ne yazık ki, Türkiye’de bu hususta bir çalışma yapıldığını görmedim.
Bir akşam Prag’daki Rus kültür merkezinde resepsiyon verilmişti. O gün orada Karay ve Nogay Türkleri ile ilgili fotoğraf sergileri açılmıştı. Tabii bir de Kremlin’i tanıtan film seyretmiştik.
Resepsiyonda Osman Sertkaya ile bir defa daha tokuşmuştuk! Bir ara yan yana geldiğimizde, “Bizim sefaret bunu düşünemedi!” deyince, “haber mi verdik?” diye yanıt vermişti. Ben de bunun üzerine; “O sizin işinizdi, Türk Dil Kurumu haber vermeliydi!” demiştim. Gerçekten, büyük Atatürk’ün mirasını hovardaca harcayan Türk Dil Kurumu, neden bunları düşünemez, acaba?..
Prag’de Gezinti
Çek Cumhuriyeti’nde 10 milyon 250 kişi yaşamakta olup, nüfusun 1,5 milyon kadarı başkent Prag’da yaşamaktaydı. Avrupalılar Çek Cumhuriyeti başkentine "Altın Şehir", "Masal Şehri", "Şehirlerin Anası" ve "Avrupa'nın Kalbi” gibi tanımlamalar yapıyorlardı. Wenceslas Meydanındaki Wenceslas Anıtı ve Ulusal Müze görülesi yerlerdendi. Ev sahiplerimiz bir gün Prag gezisi düzenlemişlerdi. Önce otobüsle geniş bir tur yaparak, tarihi mekanları ve o arada 14.Yüzyılda yapılan St. Vitus katedralini de göstermişlerdi. Yaya olarak dolaştığımız, “Eski Şehir” ise, günlerce gidilip gezilse, doyulamayacak kadar çok güzelliklere sahipti. Buradaki Astronomik Saat Kulesi, Vltava Nehri ile Eski Şehir Meydanı arasında kalan Yahudi Bölgesi, Nehir üzerindeki Charles köprüsü ve çok sayıdaki müzeler yer alıyordu. Ama her binanın kendine özgü mimari yapısı vardı ve hepsi de ayrı güzellikteydi.
Vltava Nehrinde de bir vapur gezintisi yapmıştık. Bu gezintide, nehrin iki yakasındaki yapıları seyrederek, bu gerçekten güzel şehre hayranlığımız artmıştı.
Aynı gün, Charles Üniversitesi de ziyaret edilmiş, senato salonunda verilen brifingde, ayrıntılı bilgiler almıştık. Üniversitedeki resepsiyonda, Ankara’da büyükelçi olarak görevli olan Türkolog Tomas Lane ile de görüşmüştük.
Akşam da Stari Vrch adlı bir mekanda bulunan restorana gitmiştik. Burada sınırsız yemek ve içki vardı. Tabii müzik de… Ayrıca Çek halk oyunları ve musikisine de doymuştuk.
Çok hareketli geçen günün ardından otele döndüğümüzde vakit, gece yarısını geçiyordu.
PIAC Konferansı da, Prag gezimiz de tamamlanmıştı ve artık, yurda dönme zamanı gelmişti. Kimileri Viyana’ya, kimileri Karlovi Vari’ye giderek görmek istiyordu. Ben de 27 Ağustos 1999 Sabahı saat 05.20’de kalkmış; hava alanına gitmiş ve uçakla yurda dönmüştüm.
ÇEK DİPLOMAT DOSTUM VLADİMİR LOMEN’LE PRAG’DA