Çorap Söküğü
KELEBEĞİN DÜNYASI: BÜLENT AKBAŞ
Ece Ayhan… “İkinci Yeni” hareketinin kimine göre fiyakalı kimine göre huysuz şairi… Mor Külhani’de “Ayıptır söylemesi vakitsiz Üsküdarlıyız abiler” der mesela...
Övünmek gibi olmasın bize de Mersinli derler abiler, ablalar… Niye övünmek gibi olmasın Mersinli derler? Az sonra…
Aynı gün, aynı saatte iki etkinlik çakışınca elbette yüreği Mersin atan, övünç kaynağımız, fotoğraf sanatçısı Bülent Akbaş’ın “Mersin Kelebekleri” sergisine demir attım. Elbette, vakitsiz…
Diğer etkinlik… Bu yıl gitmeyip görmesem de her yıl tekrarlanan uzun hikâye: Mersin Kenti Edebiyat Ödülü. “Mersin Kenti” adına verildiği söylenen bu ödüle itirazım var. İlerleyen satırlarda değineceğim.
**
Şimdi döneyim bu yazının temasına, kahramanına, özgül ağırlığına, Bülent Akbaş’a…
Türkiye’de kayıtlara geçmiş 410 tür kelebek var. Mersin’de 188 tür kanat çırpıyor. Türkiye’nin “Top 10” fotoğrafçısı arasında yer alan Bülent Akbaş, Mersin’deki 188 tür kelebekten 102’sini fotoğraflamayı başarmış bir usta. Sergide 112 fotoğraf görücüye çıktı. Gelgelelim önce pandemi ardından sağlık sorunları nedeniyle fotoğraf yolculuğuna üç yıldır “çay ve ihtiyaç molası” verdi ustamız.
Düşünülmesi harika… Mersin Büyükşehir Belediyemiz, Bülent Abinin “Doğanın mücevherleri” diye tanımladığı kelebekleri İçel Sanat Kulübümüzde bir sergi açarak Mersinlilerle buluşturdu. Başta Büyükşehir Belediye Başkanımız olmak üzere bu serginin açılmasını öneren, emek veren herkese teşekkür borcumuzdur. Müjdemi isterim: “Mersin’in Kelebekleri” Büyükşehir Belediyesi yayını olarak, akademik anlatımla kitaplaşıyor. Elleri göreyim, alkış lütfen! Çekene, yazana, yayımlayacak olana…
Ve tabii ki en coşkulu alkışımız elbette Bülent Ustaya… Ören yerlerinden tarihi binalara, sokaklarından insanlarına, çiçeğinden, börtü böceğine Mersin’e dair ne varsa yarım asırdır kadrajına alan Bülent Akbaş’a…
Yüreği Mersin atan, deklanşörü Mersin çeken ne üretken ne güzel abimizsin sen Bülent Akbaş!
BİR KADEH GÜZEL… BİR KADEH DAHA: DÜNYA GÜZEL…
Sergiyi gezdim. Birçok dostla lafladım e haliyle ağzım kurudu. Meyve suyuna benzer bir içecek ikram ettiler. Nar rengi.
Gülerek sordum:
-Organik mi?
Gülerek yanıt verdi: Tamamen organik!
-Nar suyu mu?”
-Dalından!
Bir yudum tattım, baktım güzel... Sonra bir kadeh tattım, yine güzel… Bir kadeh daha: Dünya güzel!
**
Bahçeye çıktım. Baktım bir masa dolusu değerli insan oturmuş sohbet ediyor. Sanat Kulübü Başkanımız Mecit Baskın yanındaki sandalyeye buyur etti, oturdum. Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreter Yardımcımız Hasan Gökbel, Büyükşehir Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Dairesi Koordinatörü Bengi İspir Özdülger, ülkemiz halk kültürünün en önemli yazar ve araştırmacılarından Hilmi Dulkadir, “sessizliğin sesini sonuna kadar açan” şair, yazar, gazeteci, kardeş Baha Sadık Akıner, “MEDEKA” Mersin’e Değer Katanlar Kurulu’ndan dostlar, ustamız Bülent Akbaş, Sedat Aydöner ve daha kimler kimler…
Dost masasında laf döndü dolaştı... Çarkıfelek oku yine bana işaret edince hemen Karamancılar Konağı’na halat attım. Milli Mücadelenin fitilinin ateşlendiği tarihi konağın yemek kültürü ve/veya gastronomi merkezi adıyla açılacak olmasının yanlış olduğunu söyledim. Zira masada öyle böyle değil çok kıymetli, çok yetkin görevlerde bulunan dostlar var. Bizim gibi “yolcu işi yazan” gazeteciler ne söylese, yazıp anlatsa Büyükşehir Belediye Başkanımız Sayın Vahap Seçer’in kulakları hep tıkalı. Belediye Basın Bürosu var desem sahibi yok. Ezeli ve ebedi danışmanlar var desem eleştirileri gizliyor, halının altına süpürüyor danışmanlar. İşte bu sebepten eleştirilerimi yüksek sesle masada dillendirdim. Mecburen, mecburiyetten!
Yetkin görevdeki dostları kızdıracağımı bile bile “Atatürk Evi mesela” dedim... “Atıl vaziyette olsaydı mesela” dedim… “Büyükşehir’in tapulu malı olsaydı mesela” dedim… “Restorasyonu yapılacak olsaydı mesela” dedim… “Büyükşehir orayı da gastronomi merkezi yapardı” dedim… “Mesela” dedim…
İtiraz edenler oldu, dedim ya, kızdırdım.
Göktürklerden günümüze… Türkiye’de eleştiri denen meçhulün adı var, kendi yok. Bu kültür bize uzak, alışmamışız. Yeri gelince demokratız, biz ta ezelden “poh poh”a aşığız.
**
Laf kalabalığına karışmasın. “Danışman” demiştim ya hani… Büyükşehir Belediyesinde bir danışmanın adını verip devam ettim: Yusuf Sahici var mesela, dedim. Başkanımız Seçer’in ezeli ve ebedi danışmanı. WhatsApp’tan soru gönderdim bu danışmana, başkanımıza iletsin diye. Nazarıdikkate almadı. Parmak gönderdi, parmak emojisi. Yanıt niyetine… Çok merak ediyorum, bu arkadaşın uzmanlık alanı ne? Sayın Seçer, Sayın Sahici’ye ne danışıyor mesela?
Duyanlara, duymayanlara… Yoksul halkımızın vergileriyle maaş alınacak boşta bir danışman kadrosu varsa Büyükşehirde, Taş Binada talibim. Parmak göndermeden sorumlu danışmanlık kadrosuna talibim arkadaş. Ellerime baktım bende de parmak var! Gönder parmağı, al maaşı. “Mesela” dedim, mesela…
**
Mersin Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreter Yardımcısı Hasan Gökbel abimizdir. Tıfıl muhabirlik günlerimden bu yana tanışız. Kıymetli bir bürokrattır.
Sohbetimiz sırasında yazılarımı takip ettiğini, eskiden de eleştirdiğimi ama o zamanlar “daha bir denge” gözettiğimi hatırlattı. Nedenini sordu, söyledim: Hiçbir yerle bağım, bağlantım kalmadı yani özgürüm. Eskiyen yıllarda ileriye gittiğimde faturayı çalıştığım kuruma da kesiyorlardı. Gördük, yaşadık. Burası Türkiye!
Hasan Gökbel, belediyeye yönelik eleştiri ve önerilerimi önemsediğini söyleyip “bana anlat” dedi, “konuşalım” dedi, “tamam” dedim. İşte liyakat, işte devlet ciddiyeti, işte yoksul halkımızın vergilerinden aldığı maaşı son kuruşuna kadar hak eden bürokrat!
**
Bakın bunu yazmazsam çatlarım. Bir süre önce ayrıldığım MEDEKA Fotoğraf Kurulu’nda görev yaptığımız Bengi İspir dostumuz, masadaki hararetli tartışma dinince MEDEKA’cı dostumuzdan aldığı gollük pası benim kaleye yuvarladı: E sesin güzelmiş Canaran, haydi söyle!
Mesele şu… Sabah saatlerinde, İçel Sanat Kulübü’ndeydik. İçel Sanat Kulübü Rehber Aydın Şiir Ödülü basın toplantısında… İşte bu ödüle değer görülen kardeşim Abidin Yağmur’a dair düşüncelerimi aktarmıştım: “Abidin fotoğraf çekmeye niyetlenip sahama girmesin. Bir. Türkü söylemesin. İki. Sesi kötü, detone üstelik. Bu da üç.” demiştim.
Benim bu sözlerim masaya dökülünce Bengi İspir dostumuz, bu gollük pası benim kaleye yuvarladı: E sesin güzelmiş Canaran, haydi söyle!
Ben İbrahim Tatlıses miyim “Haydi Söyle”yecek?
Sesim Allah vergisi. Fevkaladenin fevkinde ama bu sıralar biraz kırçıllı. Sanatçı hastalığı (!) “Haydi Söyle” de neymiş yau? Beni Verona kenti tanıyor. Tosca operasında Cavaradossi’yi nasıl seslendirdiğime İtalya şahit. Gelgelelim Türkiye bu deneyime henüz hazır değil!
E bir şey yapmalı, bir yol bulmalı. Soluma döndüm Bengi İspir, sağıma döndüm Bülent Akbaş. Sırtımı da ağaç gövdesine yaslamışım. Tost ekmeği arasındaki jiletle kesilmiş taze kaşar peyniri gibi olsam da bir röveşatayla kaleye girmekte olan topu çevirdim: Yerim dar!
Buraya nasıl geldik. Abidin’den geldik…
Telefonda konuşmuştuk. Abidin Yağmur’u bir de buradan kutlayayım. Başarılarıyla gurur duyuyorum. Kırk dört yaşında yeni bir başarı yakalayıp Türk edebiyatında ödül kazanma yaş ortalamasını aşağıya çektiği için ayrıca tebrik ediyor, ilk ve son kez uyarıyorum:
Gazetecilik kulvarımız farklı, sıkıntı yok... Üslubumuz farklı, sıkıntı yok... Fotoğraf desen zaten köşe başını tutmuşum. No problem… Şiirdi, öyküydü, romandı işte o taraklarda zaten benim bezim yok…
Gelelim dananın kuyruğunun koptuğu yere: Türkü bir de “nihavent...” Gezme ceylan bu dağlarda. Tanımam, dar ederim. Hele “Mihriban” kırmızı çizgimdir. Titre ve kendine dön Abidin! Bisikletinin jantını çizerim, lastiğini patlatırım, sigara molası verip balkona çıktığında kehribar tespihinin ipini keserim. Gez, göz, arpacık; sapanla ensene nişan alır, diz kapağına zeytin çekirdeği fırlatırım. Titre ve kendine dön!
MERSİN KENTİ EDEBİYAT ÖDÜLÜ
Şimdi döneyim yazının başına, kılkuyruk konuya… Senelerdir ötelediğim, yazmayı ihmal ettiğim mevzuya…
“Mersin Kenti Edebiyat Ödülü” bugüne değin 15 kez verildi.
Bir meslek örgütü olan Mersin Ticaret ve Sanayi Odası (MTSO) tarafından düzenleniyor.
Şimdi soru şu: Bir meslek örgütünün “Mersin Kenti” adına ödül verme yetkisi ve görevi var mıdır?
Eğer bu misyon başka kurumlar tarafından MTSO’ya devredildiyse doğru mudur?
Adı üstünde ticaret ve sanayi… Yani bir meslek örgütü.
“Mersin Ticaret ve Sanayi Odası Edebiyat Ödülü” deyip çıksalar, hiçbir itirazım yok. Bana ne? “Aidat ödeyen üyelerin meselesidir” deyip, geçer giderim.
Gelgelelim şimdi diyeceğimin “bana göresi, sana göresi” yok… Mersin kenti adına konuşabilecek, karar verecek iki kurum vardır. Biri Mersin Valiliğidir… Diğeri Mersin Büyükşehir Belediyesi.
Tiyatroda “rol çalma” diye bir sorunsal, bir gerçeklik vardır. Mersin Ticaret ve Sanayi Odası’nın yaptığı sakın bu olmasın?
Dikkat buyurursanız “rol çalıyor” demedim.
Dikkat buyurursanız, “kent adına ödül verme yetkisi ve görevi var mıdır?” diye sordum.
Tekrar ediyorum: “Mersin Ticaret ve Sanayi Odası Edebiyat Ödülü” deyip çıksalar, hiçbir itirazım yok. Bana ne? “Aidat ödeyen üyelerin meselesidir” deyip, geçer giderim. Gelgelelim “Mersin Kenti” deniliyorsa yüksek sesle itiraz ederim.
Yeri gelmişken… Ödül kazanan yazarların kitaplarının ağırlıkla hangi yayınevlerinden çıktığına baktım. Araştırmacı okur olup arama motorundan siz de bakın!
Ödül alanların yaş ortalamasına da baktım. Hadi sizi bu kez zahmetten kurtarayım: 73.
Ödül alan altmış yaşın altında tek yazar var, 53 yaşında.
Liste uzun: 76 yaşında, 78 yaşında, 79 yaşında, 80 yaşında, 82 yaşında, 86 yaşında ödüle değer görülen var.
Hatırlatayım: Yazar Rudyard Kipling, Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazandığında 42 yaşındaydı.
Hatırlatayım: Yazar Viet Thanh Nguyen, Pulitzer Edebiyat Ödülüne layık görüldüğünde 45 yaşındaydı.
Başta söyledim: Ece Ayhan… “Ayıptır söylemesi vakitsiz Üsküdarlıyız abiler” demişti ya hani.
Övünmek gibi olmasın bize de Mersinli derler abiler, ablalar…
**
Bitirirken…
Bu ülkede nefes alanların yarısı çocuk ve genç… Dörtte biri orta yaş üzeri ve yaşlı… Kalanı da bizden değil zaten oradan, buradan, şuradan…
Önerim şudur: Mersin Ticaret ve Sanayi Odamız gelecek yıl 73 yaş ve üzeri bütün edebiyatçılara “onur ödülü” versin. Versin bitsin… Versin ki başarıya aç, özendirme sorumluluğumuz bulunan “yaş sınırına takılan” bu ülkenin genç yazarlarının önü açılsın.
Son söz…
“Sarı saçlarını deli gönlüme bağlamışım, çözülmüyor Mihriban...”