Sessizliğin Çığlığı: Yürüyen Bir Umut, Yiten Bir Asır
I. Zamanın Küllerinden Doğan Benlik
Bir zamanlar bu topraklarda "Türk müsün?" sorusuna "Haşa!" cevabı verilen karanlık zamanlar yaşandı. Kendi öz benliğini inkar eden, yabancının kimliğini yücelten bir zihniyetin gölgesinde yetişti bazı kuşaklar. Vatanın adı “Memâlik-i Osmaniye” idi, içinde yaşayanlara “Osmanlı” denir, ama “Türk” sözü hor görülürdü.
Milli kimlik, sisli vadilerde kaybolmuş gibiydi. Ne zaman ki Meşrutiyet rüzgarı esti ve “hürriyet” adıyla bir kasırga ülkeyi sardı; işte o zaman herkes kendi milliyetini yüksek sesle anarken, Türk milleti kendi adını anmaktan utanç duyar hâle gelmişti.
Geçmişin puslu aynasında silinen kimlik, önce vicdanlarda şekillendi. Sessizliğin içinden doğan bu uyanış, yalnızca birkaç kalemin değil; yorgun ama onurlu bir milletin kalbinden gelen derin bir yankıydı. Bu kelimeler, kitaplarda yazı olmaktan öteye geçti; bir neslin iç çığlığına, bir halkın “ben buradayım” deyişine dönüştü.
Kimliğini unutmaya zorlanan bu millet, artık adını fısıldamıyor; haykırıyor. Çünkü inkar edilen yalnızca bir kelime değil, binlerce yıllık bir hafızaydı.
Geç kalınmıştı belki. Ama geç de olsa gelen o şuur, binlerce yıllık Türk milletinin kendi adıyla, kendi iradesiyle Türkiye Cumhuriyeti'ni kurmasının önünü açtı. Bu, bir milletin yeniden doğuşu değil; var olanın ayağa kalkışıdır. Bugün daha dar bir vatan toprağında yaşıyoruz; fakat öz benliğimiz, damarlarımızda nabız gibi atmakta. Artık “Türk” demek, bir ırkı değil; bir tarihi, bir kültürü, bir medeniyeti temsil etmektir. Milli şuur, geçmişin gölgesi değil; bugünün, hatta geleceğin en gerçek sesi ve ışığıdır.
II. Gölgedeki İhanet ve Hatırlanan Merhamet
Benliğini arayan bir milletin yolculuğunda en çok kayaya çarpılan an, ihaneti tanıdığı zamandır. Yıllar evvel bize gülümseyen yüzlerin ardında, ihaneti taşıyan sinsi dişler vardı. Efendi ile köle yer değiştirirken, sadakat maskesiyle sırıtan ihanetçilerin öyküsü, hâlâ milletin hafızasındadır. Hainin sadık görünmeye çalıştığı o günlerden kalan bir ders var: Affetmek bazen büyüklüktür ama çoğu zaman bedeldir.
Tarih, affın kime verildiğini ve bu affın nasıl karşılık bulduğunu kaydeder. Dumlupınar'da zafer kazanıldıktan sonra bile biz, düşeni tekmelemeyen bir millet olarak bağışlamayı bildik. Ancak affetmek her zaman erdem değildir; bazen göz göre göre açılan bir yaradır. Bugün omuzlarımızda taşıdığımız yük, yalnızca geçmişin hatırası değil; zamanında affedilen ihanetlerin bugüne kalan sızısıdır.
Yine de sorulmalı: Bugün sırtımızda taşıdığımız kamburlar, affettiklerimizin bedeli değil mi?
Merhamet; hem inancımızın hem de kültürel kimliğimizin temel taşlarındandır. Ancak bu yüksek erdem; hak etmeyenlere yöneldiğinde, ihaneti büyütür. Affın gölgesine sığınanlar; çoğu zaman sadakat değil, fırsat kollamıştır. Öyleyse yol açık ve nettir:
“Yolumuzdan çekilin. Biz yürüyeceğiz.”
III. Kimliğini Hatırlayanların Direnişi: Halkın Sessiz Haykırışı
Meşrutiyetle gelen özgürlük havası, yalnızca seçkinlerin değil; halkın da kimliğini hatırlamasını sağladı. O güne dek kimliksizleştirilen, açlıkla terbiye edilen, yok sayılan kitleler, hakikati yeniden hatırladı. O halk, bin yıllık hafızasında hep şunu bilir: Derdi olan konuşmaz; susar ve yola çıkar. Tıpkı halk anlatısındaki “Derdi Çok” ve “Derdi Yok” gibi…
Biri yoksul ama onurludur, diğeri zengin ama kör. Ne zaman ki memleketin üzerine kara bulutlar çöker, işgaller başlar; “Derdi Yok” yine keyfindedir, efendilerine yaranmakla meşguldür. Ama “Derdi Çok”, namusunu, vatanını ve hürriyetini korumak için dağlara çıkar. Çünkü bilir: Ekmek olmazsa yaşanır. Ama hürriyet yoksa; yaşamak değil, sürünmek olur.
Yıllarca “Türküm” demekten utanan, hor görülen nesiller; benliklerini hatırladıklarında ayağa kalktı. Bu ayağa kalkış yalnızca silahla değil; alın teriyle, suskun çileyle de sürdü. Benliğini yeniden keşfeden bir milletin sesi, yalnızca fikir adamlarının kaleminden değil; halkın yüreğinden de yükseldi.
Kimlik, önce vicdanlarda şekillendi; sonra kelimelere, sonra da haykırışlara dönüştü. Bu haykırış; bazen bir ağıt, bazen bir türkü, bazen de susturulmuş bir çığlıktı. İşte bu ses, halk anlatılarında “Derdi Çok” adıyla yankı buldu. O, yalnızca bir masal kahramanı değil; tarih boyunca görmezden gelinen, ötekileştirilen ama sonunda yürüyen halkın ta kendisiydi.
Bugün o “Derdi Çok”lar kılık değiştirmiş hâlde her yerde yaşıyor: Evlenemeyen gençlerde, iş bulamayan diplomalılarda, atanamayan öğretmenlerde, umudu banka kredisine sıkıştırılmış hayatlarda…
Hepsi birer “Derdi Çok”. Ama kimliğini ve öz benliğini yeniden hatırlayan her birey, bir direniş hâline geliyor. “Derdi Çok”un torunları susmuyor; yalnızca sesi kısılarak direniyor.
Bu haykırış bir masal değil; tarihsel bir hafızadır. Önce Toroslar’da yankılandı, sonra Sakarya’da, Dumlupınar’da. Bugün ise o "Derdi Çok"lar; Ege’den Karadeniz’e, İç Anadolu’dan Akdeniz kıyılarına kadar her yerdeler: Mersin’de denize bakan bir bankta, Çorum’da bir fabrika çıkışında, Rize’de bir çayın kenarında, Konya’da bir otobüs durağında, Osmaniye’de toprağa karışan nasırlı ellerde... Her biri suskun ama diri bir haykırış taşıyor.
Kimisi gündelik hayatın içinde yutkunarak, kimisi cümlelerini seçerek; kimisi de sadece bakarak direniyor. Çünkü bazı sesler artık yüksek çıkmıyor ama daha derinden duyuluyor. Her gün yeni bir sessizlik ekleniyor bu toprakların hafızasına. Fakat unutulmasın: "Derdi Çok" olan susmaz; sadece zamanı geldiğinde konuşur. Ve kimliğini hatırlayan halk, boyun eğmez.
IV. Yürüyelim Arkadaşlar: Umuda Çağrı
“Dağ başını duman almış, yürüyelim arkadaşlar”
Bu marş, artık sadece bir okul şarkısı değil, yitirilmiş ideallerin yankısıdır. Çünkü bu ülkenin gençleri türkü söylemiyor; çünkü söyledikleri her söz, hayatta bir karşılık bulamıyor.
Ama biz yine de yürüyoruz. Marşlarla değil, suskun ama kararlı adımlarla. Ekranlar karartılsa da, yollar kesilse de bu yürüyüş sürüyor. Çünkü bu toprak, bu milletin ayağının altındaki çatlağı unutmaz.
Ve bilinsin:
“Ben mesut yarınların yolcusuyum. Sen engereklerin zehiriysen, ben bu toprağın sükunetini taşıyan bir çiçeğim. Yolumdan çekil. Ben yürüyeceğim.”
V. Son Söz: Sessiz Bir Direniş
Bu yazı, kimseye hedef olmadan; herkese ayna tutsun diye yazıldı. Kimisi o aynada çırılçıplak yalnızlığını görecek, kimisi yürüyen bir halkın gölgesini görecektir.
Ne olursa olsun:
Her şeyin üstünde: Vicdan,
Her şeyden üstün: Halkın iradesi.
Çünkü biz, susarak unutmayı değil; yürüyerek anlatmayı seçtik.