Alpyaren KARAMAN
Köşe Yazarı
Alpyaren KARAMAN
 

CEHALETE KARŞI YENİDEN BİR CİHAD-I EKBER

CEHALETE KARŞI YENİDEN BİR CİHAD-I EKBER Milletler, sahip oldukları maddi servetle değil, manevi zenginlikleriyle, irfanlarıyla, terbiyeleriyle ayakta durur. Nice zengin toplumlar, cehaletin kurşunsuz kurşunlarıyla yıkılmış; nice yoksul milletler, ilmin aydın lığında yeniden dirilmiştir. Bugün bizim asıl meselemiz, sadece ekonomik yetersizlik, siyasal kargaşa ya da sosyal çözülme değildir. Bu tüm sıkıntılar, cehaletin doğurduğu neticelerdir. Çünkü cehalet sadece okumamış olmak değildir; görmeyen göz, duymayan kulak, düşünmeyen akıl ve merhametsiz kalptir cehalet. Her geçen gün, bilgiyle donanmış bireylerin değil; ezberle yetinen, eleştirel düşünceden yoksun, sorgulamadan uzak yığınların arttığını görmekteyiz. Bilgiye ulaşmanın bu kadar kolaylaştığı bir çağda, cehaletin bu kadar yaygın olması, asıl derdimizin ne olduğunu gözler önüne seriyor. Bir milletin uyanışı, bireyin uyanışıyla başlar. Her bireyin iç dünyasında başlatacağı bir “Cihad-ı Ekber”, yani cehaletle mücadele; toplumun topyekûn kalkınmasını sağlayacaktır. Bu mücadelenin silahı kalem, kalkanı akıl, cephanesi de ilimdir. Bugün her okul bir kale, her öğretmen bir komutan, her öğrenci bir neferdir. Öğretmenlere düşen görev, sadece bilgi aktarmak değil; bilgiye susamış, hakikati arayan vicdanlı fertler yetiştirmektir. Velilere düşen görev, çocuklarını sadece diploma sahibi yapmak değil; ahlak, feraset ve adalet duygusuyla donatmaktır. Artık cehalet, sadece okumamak değil; anlamamak, öğrenmemek, sorgulamamak ve değişime direnmektir. Bu çağda cehaletle savaşmak, bir vatan müdafaası kadar kutsaldır. Çünkü bilgisiz bir fert, hem kendine hem de milletine en büyük kötülüğü yapar. Biz; eğitimle nefes almalı, ilimle yıkanmalı, irfanla dirilmeliyiz. Her köye, her mahalleye bir okul değil, birer ışık yakmalıyız. O ışık, sadece duvarlarla çevrili bir bina değil; içinde adaletin, sevginin, merhametin ve hakkaniyetin öğretilip yaşatıldığı bir ocak olmalıdır. Unutmayalım ki; cehaletle olan savaş, insanın kendi içindeki karanlıkla olan savaşından başlar. Bu savaşta yenilen milletler, ne tankla ne topla kurtulur; sadece ilimle, eğitimle, inançla yeniden ayağa kalkar. …İşte bütün bu sözlerin özü şuraya varır: cehalet, yalnız kitaplarda yazan bir kavram, nutuklarda yankılanan kuru bir kelime değil; hayatın ta içindedir. Öyle ki, bir kelimeyi okuyamamak, bir satırı anlayamamak bazen bir ömürlük pişmanlığa, bazen telafisi olmayan acılara neden olur. Sessizce sokulup kalplere çöreklenen, nice yanlış karara, nice kırık kadere sebep olan görünmez bir gölgedir. Onu sadece meydanlarda değil; evde, sokakta, pazarda, hatta bir mektubun açılmadık zarfında bile bulmak mümkündür. İnsana en sıradan anlarda bile nasıl büyük bedeller ödettiğini görmek için, gelin bir hikayeye kulak verelim…   HİKAYE: EMEKLİ DEFTERİ Küçük bir Anadolu kasabasında, yetmiş yaşına merdiven dayamış Mehmet Amca yaşardı. Ömrü boyunca tarlasında çalışmış, çocuklarını büyütmüş, ekmeğini alnının teriyle kazanmıştı. Ancak hayatında hep bir eksiklik vardı: Okuma yazma bilmiyordu. Bu eksiklik, hayattaki birçok şeye ulaşamamanın sessiz, görünmeyen duvarı gibiydi. Her sabah erkenden kalkar, kahvesine gider, köyde olan biteni dinler, çoğu zaman da sağdan soldan duyduğu haberleri büyük bir ciddiyetle aktarırdı. Dünyayı kendi doğrularıyla tanımış, yaşamı sezgileriyle öğrenmişti. Bir gün posta görevlisi elinde bir zarfla geldi. Devletten gelen bir evrak vardı. Mehmet Amca, emeklilik yaşının geldiğini biliyordu ama bu işlerin nasıl yürüdüğünü hiç öğrenmemişti. Zarfı birkaç gün boyunca masanın köşesinde bekletti. Ardından, okuma yazma bilen birine göstermeye karar verdi. Köyde herkesin okumuş bildiği bir genç vardı: İsa. Üniversiteye gitmiş, bilgisayardan da devlet işlerinden de anlayan biriydi. Bir sabah elinde zarfla kahveye geldi. Zarfın üzerindeki yazıları da içindeki metni de anlayamıyordu. Hemen İsa’yı buldu ve “Evladım, şu kağıda bir bakar mısın? Ceza mı bu?” dedi. İsa gözlüğünü taktı, dikkatle mektubu okudu. Ardından yüzünde sıcak bir tebessüm belirdi: - “Mehmet Amca, bu bir ceza değil. Sana emeklilik hakkı tanınmış. Şu belgeleri şu tarihe kadar teslim edersen maaşın bağlanacak,” dedi. Mehmet Amca önce şaşırdı, sonra sevindi, ardından duygulandı. - “İsa evladım, sen olmasan bu kağıdı yırtar sobaya atardım. Ceza sandım vallahi. Allah senden razı olsun.” O an kahvedeki herkesin yüzü değişti. Kimi iç çekti, kimi başını öne eğdi. Çünkü çoğu Mehmet Amca gibi ya hiç okumamıştı ya da zamanla unutuvermişti. O mektup, sadece bir resmi yazı değil, bir aynaydı adeta. Herkes kendi cehaletini o kağıtta gördü. Herkes anladı ki; sadece bir mektubu okuyamamak bile, bir insanın hayatında ne çok şeyi değiştirebiliyordu. Hepsi aynı kuyuya düşmüştü. Ve o gün kahvede oturanlar bir karar aldı. Akşamları çay içip okey oynamak yerine, sahaf Yaşar Efendi’nin açtığı okuma-yazma kursuna gitmeye başladılar. İlk gün elleri titredi, kalemi doğru tutamadılar. Ama yılmadılar. Çünkü artık biliyorlardı ki: Cehalet sadece bir eksiklik değil, bazen hayatın en güzel fırsatlarını kaçırmaktı. Artık herkesin dilinde aynı cümle vardı: “Cahil olmak ayıp değil… Ama cehaleti kabullenmek, geleceği bile bile karanlığa bırakmaktır.” Yaşar Efendi, kitapların arasında kaybolmayı seven, yıpranmış sayfalara saygı duyan bir sahaf idi. Dükkanının bir köşesinde, kendi çabasıyla açtığı ücretsiz bir okuma-yazma köşesi vardı. Üzerinde “Her yaşta öğrenilir, yeter ki kalpten iste” yazan küçük bir tabela asılıydı. Kahveye yolu düşen herkes, artık sahafın yerini sorar olmuştu. Çünkü bir şey değişmişti: Cahillik kader değildi. Cehaleti kabullenmek ise insanın kendi elleriyle kendini zincire vurmasıydı. O günden sonra kasabada başka bir gündem vardı. Artık herkes, Yaşar Efendi’nin kitap kokan dükkanının arka köşesinde açtığı kursu konuşuyordu. “Mehmet Amca bile harfleri söktü,” diyenler çoğaldıkça, eksikliğini hissedenlerin cesareti de artıyordu. Yaşar Efendi gelen herkesi güler yüzle karşılıyor, hep aynı sözü söylüyordu: “Bir harf öğrenmek, bir ömür suskun kalmaktan iyidir.” Mehmet Amca’nın mürekkep kokulu defterinde, yılların sessizliğini delen ilk harfler umutla çoğalırken, kasabanın havası da değişmeye başladı. Çünkü artık herkes biliyordu: Cahillik geçici bir eksiklikti. Ama cehaleti kabullenmek, insanın kendini inkâr etmesiydi. Ve bazen, bir zarfın içinden çıkan yalnızca bir evrak değil, yepyeni bir hayatın kapısı olabilirdi. Mehmet Amca’nın hikayesi bize şunu gösteriyor: Cahillik, yani bireyin bilgi eksikliği, zamanla öğrenerek giderilebilecek bir durumdur. Bir insan isterse okuyabilir, kendini geliştirebilir. Cahil bir kişi öğrenebilir, yol bulabilir. Ancak cehalet, öğrenme isteğini bile köreltir.    Toplumun genel olarak bilgisizliğe teslim olması, çok daha derin bir sorundur. Bu sadece bir kişinin değil, kuşaktan kuşağa aktarılan bir karanlığın sonucudur. Cahil birey bir gün öğrenmeyi seçebilir. Ancak cehaletin hâkim olduğu bir toplumda, insanlar öğrenmeye bile gerek duymayabilir; çünkü eksikliklerinin farkında bile olmazlar. Bu yüzden hikaye yalnızca bir mektubun yanlış anlaşılmasıyla sınırlı değildir; cehaletin küçük bir kapıdan nasıl hayatımıza sızdığını anlatır. Çünkü bazen bir zarfın içinden çıkan sadece bir kağıt değil, bir ömrün yönünü değiştiren bir farkındalıktır.  
Ekleme Tarihi: 08 April 2025 - Tuesday

CEHALETE KARŞI YENİDEN BİR CİHAD-I EKBER

CEHALETE KARŞI YENİDEN BİR CİHAD-I EKBER

Milletler, sahip oldukları maddi servetle değil, manevi zenginlikleriyle, irfanlarıyla, terbiyeleriyle ayakta durur. Nice zengin toplumlar, cehaletin kurşunsuz kurşunlarıyla yıkılmış; nice yoksul milletler, ilmin aydın lığında yeniden dirilmiştir.

Bugün bizim asıl meselemiz, sadece ekonomik yetersizlik, siyasal kargaşa ya da sosyal çözülme değildir. Bu tüm sıkıntılar, cehaletin doğurduğu neticelerdir. Çünkü cehalet sadece okumamış olmak değildir; görmeyen göz, duymayan kulak, düşünmeyen akıl ve merhametsiz kalptir cehalet.

Her geçen gün, bilgiyle donanmış bireylerin değil; ezberle yetinen, eleştirel düşünceden yoksun, sorgulamadan uzak yığınların arttığını görmekteyiz. Bilgiye ulaşmanın bu kadar kolaylaştığı bir çağda, cehaletin bu kadar yaygın olması, asıl derdimizin ne olduğunu gözler önüne seriyor.

Bir milletin uyanışı, bireyin uyanışıyla başlar. Her bireyin iç dünyasında başlatacağı bir “Cihad-ı Ekber”, yani cehaletle mücadele; toplumun topyekûn kalkınmasını sağlayacaktır. Bu mücadelenin silahı kalem, kalkanı akıl, cephanesi de ilimdir.

Bugün her okul bir kale, her öğretmen bir komutan, her öğrenci bir neferdir. Öğretmenlere düşen görev, sadece bilgi aktarmak değil; bilgiye susamış, hakikati arayan vicdanlı fertler yetiştirmektir. Velilere düşen görev, çocuklarını sadece diploma sahibi yapmak değil; ahlak, feraset ve adalet duygusuyla donatmaktır.

Artık cehalet, sadece okumamak değil; anlamamak, öğrenmemek, sorgulamamak ve değişime direnmektir. Bu çağda cehaletle savaşmak, bir vatan müdafaası kadar kutsaldır. Çünkü bilgisiz bir fert, hem kendine hem de milletine en büyük kötülüğü yapar.

Biz; eğitimle nefes almalı, ilimle yıkanmalı, irfanla dirilmeliyiz. Her köye, her mahalleye bir okul değil, birer ışık yakmalıyız. O ışık, sadece duvarlarla çevrili bir bina değil; içinde adaletin, sevginin, merhametin ve hakkaniyetin öğretilip yaşatıldığı bir ocak olmalıdır.

Unutmayalım ki; cehaletle olan savaş, insanın kendi içindeki karanlıkla olan savaşından başlar. Bu savaşta yenilen milletler, ne tankla ne topla kurtulur; sadece ilimle, eğitimle, inançla yeniden ayağa kalkar.

…İşte bütün bu sözlerin özü şuraya varır: cehalet, yalnız kitaplarda yazan bir kavram, nutuklarda yankılanan kuru bir kelime değil; hayatın ta içindedir. Öyle ki, bir kelimeyi okuyamamak, bir satırı anlayamamak bazen bir ömürlük pişmanlığa, bazen telafisi olmayan acılara neden olur.

Sessizce sokulup kalplere çöreklenen, nice yanlış karara, nice kırık kadere sebep olan görünmez bir gölgedir. Onu sadece meydanlarda değil; evde, sokakta, pazarda, hatta bir mektubun açılmadık zarfında bile bulmak mümkündür.

İnsana en sıradan anlarda bile nasıl büyük bedeller ödettiğini görmek için, gelin bir hikayeye kulak verelim…

 

HİKAYE: EMEKLİ DEFTERİ

Küçük bir Anadolu kasabasında, yetmiş yaşına merdiven dayamış Mehmet Amca yaşardı. Ömrü boyunca tarlasında çalışmış, çocuklarını büyütmüş, ekmeğini alnının teriyle kazanmıştı. Ancak hayatında hep bir eksiklik vardı: Okuma yazma bilmiyordu. Bu eksiklik, hayattaki birçok şeye ulaşamamanın sessiz, görünmeyen duvarı gibiydi.

Her sabah erkenden kalkar, kahvesine gider, köyde olan biteni dinler, çoğu zaman da sağdan soldan duyduğu haberleri büyük bir ciddiyetle aktarırdı. Dünyayı kendi doğrularıyla tanımış, yaşamı sezgileriyle öğrenmişti.

Bir gün posta görevlisi elinde bir zarfla geldi. Devletten gelen bir evrak vardı. Mehmet Amca, emeklilik yaşının geldiğini biliyordu ama bu işlerin nasıl yürüdüğünü hiç öğrenmemişti. Zarfı birkaç gün boyunca masanın köşesinde bekletti. Ardından, okuma yazma bilen birine göstermeye karar verdi.

Köyde herkesin okumuş bildiği bir genç vardı: İsa. Üniversiteye gitmiş, bilgisayardan da devlet işlerinden de anlayan biriydi.

Bir sabah elinde zarfla kahveye geldi. Zarfın üzerindeki yazıları da içindeki metni de anlayamıyordu. Hemen İsa’yı buldu ve “Evladım, şu kağıda bir bakar mısın? Ceza mı bu?” dedi.

İsa gözlüğünü taktı, dikkatle mektubu okudu. Ardından yüzünde sıcak bir tebessüm belirdi:

- “Mehmet Amca, bu bir ceza değil. Sana emeklilik hakkı tanınmış. Şu belgeleri şu tarihe kadar teslim edersen maaşın bağlanacak,” dedi.

Mehmet Amca önce şaşırdı, sonra sevindi, ardından duygulandı.

- “İsa evladım, sen olmasan bu kağıdı yırtar sobaya atardım. Ceza sandım vallahi. Allah senden razı olsun.”

O an kahvedeki herkesin yüzü değişti. Kimi iç çekti, kimi başını öne eğdi. Çünkü çoğu Mehmet Amca gibi ya hiç okumamıştı ya da zamanla unutuvermişti. O mektup, sadece bir resmi yazı değil, bir aynaydı adeta. Herkes kendi cehaletini o kağıtta gördü.

Herkes anladı ki; sadece bir mektubu okuyamamak bile, bir insanın hayatında ne çok şeyi değiştirebiliyordu. Hepsi aynı kuyuya düşmüştü.

Ve o gün kahvede oturanlar bir karar aldı. Akşamları çay içip okey oynamak yerine, sahaf Yaşar Efendi’nin açtığı okuma-yazma kursuna gitmeye başladılar. İlk gün elleri titredi, kalemi doğru tutamadılar. Ama yılmadılar. Çünkü artık biliyorlardı ki: Cehalet sadece bir eksiklik değil, bazen hayatın en güzel fırsatlarını kaçırmaktı.

Artık herkesin dilinde aynı cümle vardı:

“Cahil olmak ayıp değil… Ama cehaleti kabullenmek, geleceği bile bile karanlığa bırakmaktır.”

Yaşar Efendi, kitapların arasında kaybolmayı seven, yıpranmış sayfalara saygı duyan bir sahaf idi. Dükkanının bir köşesinde, kendi çabasıyla açtığı ücretsiz bir okuma-yazma köşesi vardı. Üzerinde “Her yaşta öğrenilir, yeter ki kalpten iste” yazan küçük bir tabela asılıydı.

Kahveye yolu düşen herkes, artık sahafın yerini sorar olmuştu. Çünkü bir şey değişmişti: Cahillik kader değildi. Cehaleti kabullenmek ise insanın kendi elleriyle kendini zincire vurmasıydı.

O günden sonra kasabada başka bir gündem vardı. Artık herkes, Yaşar Efendi’nin kitap kokan dükkanının arka köşesinde açtığı kursu konuşuyordu. “Mehmet Amca bile harfleri söktü,” diyenler çoğaldıkça, eksikliğini hissedenlerin cesareti de artıyordu. Yaşar Efendi gelen herkesi güler yüzle karşılıyor, hep aynı sözü söylüyordu: “Bir harf öğrenmek, bir ömür suskun kalmaktan iyidir.”

Mehmet Amca’nın mürekkep kokulu defterinde, yılların sessizliğini delen ilk harfler umutla çoğalırken, kasabanın havası da değişmeye başladı. Çünkü artık herkes biliyordu: Cahillik geçici bir eksiklikti. Ama cehaleti kabullenmek, insanın kendini inkâr etmesiydi. Ve bazen, bir zarfın içinden çıkan yalnızca bir evrak değil, yepyeni bir hayatın kapısı olabilirdi.

Mehmet Amca’nın hikayesi bize şunu gösteriyor:

Cahillik, yani bireyin bilgi eksikliği, zamanla öğrenerek giderilebilecek bir durumdur. Bir insan isterse okuyabilir, kendini geliştirebilir. Cahil bir kişi öğrenebilir, yol bulabilir. Ancak cehalet, öğrenme isteğini bile köreltir.   

Toplumun genel olarak bilgisizliğe teslim olması, çok daha derin bir sorundur. Bu sadece bir kişinin değil, kuşaktan kuşağa aktarılan bir karanlığın sonucudur.

Cahil birey bir gün öğrenmeyi seçebilir. Ancak cehaletin hâkim olduğu bir toplumda, insanlar öğrenmeye bile gerek duymayabilir; çünkü eksikliklerinin farkında bile olmazlar.

Bu yüzden hikaye yalnızca bir mektubun yanlış anlaşılmasıyla sınırlı değildir; cehaletin küçük bir kapıdan nasıl hayatımıza sızdığını anlatır. Çünkü bazen bir zarfın içinden çıkan sadece bir kağıt değil, bir ömrün yönünü değiştiren bir farkındalıktır.

 

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (1)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve silifkesesimiz.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Aytaç Kurtuba
(09.04.2025 16:11 - #1975)
Unutulan değerleri anımsayıp yeniden anladığımız güzel bir yazı okuduk... Sağ ol var ol sevgili Alpyaren...
Alpyaren KARAMAN Sizde sağolun Aytaç Bey
Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve silifkesesimiz.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
(0) (0)
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.
https://jazziraes.com/ https://bramblesva.com/ https://seattledogresort.com/ https://bestlifecoachcollective.com/ Tout savoir sur Albertville 73200 : actus locales, restos, sortiesCasino SEO Domination via PBNsAvesta maçonnerie générale en savoieTout savoir sur Albertville 73200 : actus locales, restos, sortiesCasino SEO Domination via PBNsAvesta maçonnerie générale en savoie